Sergey Bodrov’un yönetmenliğini yaptığı 2007 yılı yapımı Cengiz Han (Mongol) filmini ilk izlediğimde derinden etkilenmiştim. Destansı savaş sahneleri ve insanın içine işleyen müzikleri ile genç Temuçin’in mağduriyetlerle dolu yaşam öyküsü beni çok üzmüştü. Yalnızca kendisinin gördüğü zulüm ve yaşadığı kölelik değil eşinin maruz kaldığı eziyetler ve tecavüz de beni sarsmıştı. Filmde Temuçin’in Cengiz Han’a dönüşümünü ve Moğollar için bir halk kahramanın doğuşunu seyretmiştim.
Filmin etkisi ile üzülmeme rağmen Cengiz Han ile hiçbir zaman duygudaşlık kuramadım. Çünkü Cengiz Han belki de yaşadığı bu acılar yüzünden bir kahramana değil acımasız bir savaşçıya ve devlet adamına dönüşerek yaşadığı dönemde bilinen dünyanın yarısını yakıp yıkmıştı. Şehirleri kuşatarak insanları açlığa mahkûm etmiş ve onlara teslim olmaları karşılığında hayatlarını bağışlayacağını vadetmişti. Lakin sözünde durmayarak teslim olanları kılıçtan geçirtmişti. Bu şekilde katledilen hiç kimse aslında Cengiz Han’a en ufak zarar vermemişlerdi. Yaşadığı acıların ya da zorlukların sebebi bu masum insanlar değillerdi. Dolayısı ile ben her zaman duygudaşlığı Cengiz Han’ın katlettiği insanlarla yaptım.
Roberto Benigni yönetmenliğinde 1997 yılında beyaz perdeye aktarılan Hayat Güzeldir (Life is Beautiful) adlı filmi seyrederken önce epeyce güldüğümü hatırlıyorum. Ardından da yüreğimin acıdığını anımsıyorum. Dönemin İtalya’sında yaşanan sosyo ekonomik zorluklarla ile ilgili olarak günah keçisine dönüştürülen Yahudilerin toplama kamplarında yaşadıkları açlığı, işkenceyi ve gaz odalarında ölümle yüzleşmelerini anlatıyordu film. Aslına bakarsanız, filmin kahramanlarından ne İtalyan annenin ne de Yahudi babanın bu çöküşle ilgileri olmasa da eziyeti çocuklarıyla birlikte onlar ve onlar gibi milyonlarca kişi çekmişti. Bu zulme neden olan faşist Mussolini ile nasyonal sosyalist Hitler’i hiçbir zaman anlayamadım ve duygu bağını her zaman işkence gören, öldürülen masumlarla kurdum.
Son yıllarda izlediğim ve çok beğendiğim filmlerden birisi de Christopher Nolan tarafından yönetilen 2023 yılı yapımı Oppenheimer’dır. Filmi ilginç bulmamın sebebi ise bilim felsefesi kapsamında etiğin filmin odağında yer almasıdır. Filmde bir grup bilim insanının açıkça insanlık için felaket olacak bir bombayı üretmesi ve üretirken yaşadıkları sözde ikilemleri görmek bilim etiği adına kaygı vericiydi. Diğer taraftan, Franklin Roosevelt’in Amerikalı askerler öleceğine Japon askerleri ölsün düşüncesi ile bombanın kullanılmasını haklı gösterme çabaları da bir o kadar mide bulandırıcıydı. Onlara hiç hak vermedim. Çünkü bomba Japon askerlerinin değil iki şehrin üzerine atıldı. Binlerce insanın tarifsiz acılar çekerek ölümüne sebep oldular. Tüm bunlara rağmen hem Oppenheimer’ın hem de Roosevelt’in kendilerini anlamamızı beklemeleri tarih önünde kendilerini aklama çabalarından başka bir şey değildir. Bu olayda da her vicdanlı insan gibi mazlumlar ile duygu bağı kurdum. Zalimlerle değil.
Şimdi yukarıdaki filmlerde anlatılan vahşetin hepsi küçücük bir alan olan Gazze’de ve aynı zamanda yaşanıyor. Kuşatma var! Açlık var! Yakıcı kimyasal maddeler içeren fosfor bombaları var! Yardım dağıtımı için bekleyen insanların bombalanması var! Hastanelerin, okulların, ibadethanelerin yıkılması var! Masumların hedef gözetilmeden öldürülmeleri var. Diğer tarafta da ekonomik gücüyle, yaygın medya ağıyla, teknoloji harikası savaş makineleri ile Siyonistler ve onların destekçileri var. Öldürdükleri binlerce bebek ve çocuk onlara nasıl bir düşmanlık yapmış olabilirler? Açıklayamıyorlar. Fakat ortaya çıkardıkları vahşetin sebebi olarak da İsrail vatandaşlarını koruma bahanesine sığınıyorlar. Üstelik de kendilerini anlamamızı ve hak vermemizi bekliyorlar.
Tarih boyunca iyiliğin yanında olanlar hiçbir zaman Cengiz Han, Benito Mussolini, Adolf Hitler, Franklin Roosevelt, Robert Oppenheimer ve benzerleri ile duygudaşlık yaşamadılar. Çağın firavunları ve destekçileriyle de yaşamayacaklar. İyilik kazanacak!