İki bin on sekiz yılının yazdan kalma bir sonbahar günü edebiyat alanında öğretim üyesi olan iki arkadaşım ile günü birlik bir geziye çıkmıştık. Halk edebiyatı ve rüya tabirleri ilişkisi üzerinde sohbet edilen eğlenceli bir yolculuk oluyordu. Hava o kadar güzeldi ki Orhan Veli daha önce yazmamış olsa ve yanımızda bulunsa “Güzel Havalar” şiirini belki de oracıkta yazabilirdi.
Yan tarafımda oturan arkadaşım hem konuşuyor hem de çevreyi izliyordu ve yolun ormanı yararak geçtiği kısmında ilerlerken birden ‘insanın ayı olası geliyor’ dedi. Kahkahalar ardı ardına geldi. Seyahatin devam eden bölümünde muhabbet ormanın ve doğanın güzelliği üzerine yoğunlaştı. Arkadaşlarımdan birisi insanların bu güzellikleri değerlendiremediğini, ayıların ise özgürce tadını çıkardığını söyledi. Diğeri bu yönü ile ayıların kıskanılabileceğini ifade etti. Birbirlerine hak verdiler.
Sürücü olduğum için sadece yola ve yorumlara odaklanmıştım. O vakte kadar yaprakların kırmızıya, sarıya ve turuncuya dönen renklerinden oluşan muazzam bir renk cümbüşünün içinden geçtiğimizi fark edememiştim.
Akşamın ilerleyen saatlerinde, yolculuğumuzda renklerin ahengini nasıl kaçırdım diye hayıflandım. Aslında son dönemde kendimi eleştirdiğim ne çok konu vardı. Roman okumayı çok sevmeme rağmen birkaç yıldır sadece ilmi kitapları yoğun şekilde okuyordum. Oysa hangi ilmi metin bir çocuğun acı ile tanıştığı anı Vasconcelos’in Şeker Portakalı’ndaki gibi yüreğimizin derinliklerinde hissettirebilirdi? Bağlama çaldığım ilk gençlik yıllarımda ‘sabahın seherinde ötüyor kuşlar, balınan yoğrulmuş o sırma saçlar’ diyerek tellere dokunduğum Tokat türküsünde ne kadar da heyecanlanırdım. Hele bu türküyü Özay Gönlüm’den dinlediğimde mest olurdum. Şimdiyse müzik evden işe giderken radyodan duyduğum seslerdi sadece.
Saatler ilerledikçe daha neler aklıma üşüşmüyordu ki? Farklı düşünceleri olan insanları tanımayı ve dinlemeyi önemsememe rağmen neden son dönemde çevremde sadece fikirleri neredeyse birbirinin aynı olan insanlar vardı? Çocukluk arkadaşlarımla bir araya gelişimin üzerinden kaç yıl geçmişti? Neşet Ertaş’ın Yolcu türküsünde sorduğu ‘Varıp bir canana ikrar verdin mi?’ sorusuna kaç vakittir evet diyemiyordum? En son ne zaman bir yetimin başını okşamıştım ya da bir fidan dikmiştim?
Bu düşünceler ile boğuşurken aklıma yazar Martha Medeiros’un ‘Yavaş Ölüm’ adlı yazısından uyarlanarak oluşturulan ‘Yavaş Yavaş Ölürler’ adlı şiirden birkaç mısra geldi. Medeioros; ‘yavaş yavaş ölürler alışkanlıklarına esir olanlar, her gün aynı yolları yürüyenler, ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler’ diyordu. O an artık konu benim için bir yolculukta doğal güzellikleri görmememin ve okumadığım romanların ya da dinlemediğim müziklerin eleştirilerinin ötesine geçmişti. Kendimi bir ölüm kalım meselesinin ortasında bulmuştum. Hayat bütün renkleri ve güzelliği ile akıp giderken gündelik yaşam döngümün içinde hapsolduğumu anlamıştım. Hiçbir gerekçe zamanla içine düşmüş olduğum bu sıradanlığı açıklayamazdı.
Bu hesaplaşma dönemi bir süre daha devam etti. Ardından Allah’ın verdiği iradeyi kullanarak duruldum. Şimdi O’nun lütfu ile eski renklerimin kadrini bilerek ve hayatıma yeni renkler katarak tüm renkler ile hemhal oluyorum.
Her canın ölümü tadacağını biliyorum ama yavaş yavaş ölmek de istemiyorum. Hz. Mevla’na gibi ölüm anının sevgiliye kavuşmak için bir düğün gecesi (şeb-i aruz) olduğuna inanıyorum. O düğün gecesine içten içe çağlayan bir şelale misali coşkuyla ve şükrederek hazırlanıyorum, yaşıyorum.
Coşkumla kimseye zarar vermiyor ve kimseyi rahatsız etmiyorum. Hayatım, Kemal Sayar’ın sevgiye dair sözlerinde belirttiği gibi usulca devam ediyor! Kâinatı telaşa vermeden, melekleri ürkütmeden!
Not: Bu yazı, birkaç hafta önce bir Salı sabahı birlikte işe giderken “yaşamayı bilmiyorsun, hayattan zevk almıyorsun” diyen sevgili arkadaşıma ithafen kendi usulümce yaşadığımı anlatmak için yazılmıştır.