Saniyeler içinde çoğu şeyini kaybeden ama inancını kaybetmeyen milyonlarca Filistinli kardeşlerimiz yıllardır yaşama tutunma mücadelesi içindeler.
Ölümden çıkan bir diriliş ve fizik ötesine bağlanıştan mütevellit bu tutunma çabaları her geçen gün farklı boyutlara evrilmektedir.
Yıkılmış da olsa enkaz görüntüsünün verdiği var olma ve yaşama kalıcı izler bırakma psikolojisi uzun bir zamandır trajik de olsa onların üzerinde olumlu bir tesir uyandırmış gibidir.
Boşlukta kalmama psikolojisinin etkisi, yıkım ve enkazın şehadetin varlık gösterenlerinin gölgesi olması sürekli hissedilecek trajediyi engellemiştir.
Kaderin üzerindeki takdire boyun eğen milyonlarca Filistinli dünyanın muhtelif köşelerine dağılmış ve yaşama tutunmak için mevcut şartları kullanmışlardır.
Farklı vesilelerle yaşama tutunmaya çalışan bu kardeşlerimiz çoğu zaman yalnız da kalsalar her zaman sade ve hoş hallerin şahidi olmuşlar çok az zaman olumsuz emarelerine tesadüf edilmiştir.
Boşlukta kalma hissi ve terk edilmişlik kaygısı bütün çıplaklığıyla bu coğrafyayı istila etmeye başlamıştı çoktan. Her çehre, her hâtıra, ömrün her vâkıası bize kendi hususî nağmesiyle gelir der Ahmet Hamdi Tanpınar. Geçmişin izlerinin yılların mekânlarından silinmeye başlaması ayrı bir hüzündür yüz yıldır bu coğrafyada. Boşaltılan mekanlara vurulan insan izleri, bu izlerde kalıcı olarak görülen hatıralar, yaşanmışlığın somut peyzajları hayatın kalıntıları son Yahudi zulmüyle bir bir silinirken oluşan trajedi tarif edilemez ancak yaşanır. Şehirler bilhassa Gazze asıl şimdi öksüz ve köksüzdür sakinlerinin nazarlarında.
Çadırdan gelen, yerleşik bir düzlemde yaşamaya karar kılan, mekânın neredeyse özne konumuna geçmeye başladığı zamanların en fark edilmez anında yerinden edilmeyi yaşayan milyonlarca mümin kardeşimiz bir anda sadece hayatta kalmak için büyük mücadeleler vermek zorunda kaldılar. İlkel ve iptidai bir yaşam alanı olan enkazların arasında yeniden geri dönüşün bir hayat memat meselesi olduğu zamanlarda yaşama tutunmanın yegâne gayesi olan bu ilkel hayat alanı şimdi büyük kırılmaların zamanıdır.
Yaşamın takvimi ilerledikçe ilk vatanından edilme zamanlarında olduğu gibi bu ilkel yaşamdan daha konforlu bir yaşama geçişin yolları aranma yerine sadece vatanlarından edilmeme mücadelesini yalnız başlarına verdiler. Geniş enkaz coğrafyasında masumlar bir bir ölüyor ve geride kalan saf azınlık yaşama tutunmanın primitif yollarında aşınmaya çalışılırken savaşın olmadığı bölgelerde ise konforlu yaşam olanca hızıyla ve hiçbir şey olmuyormuşçasına hazzın en ücra köşesine varmak arzusuyla denetlenemeyen duygular insanları insani köklerinden uzaklaştırarak dünya nesnesinin sahte öznesi olma yolunda hızlıca yol aldırıyor. Bu da galiba çok normal bir durum olarak algılanıyor. Arno Gruen gerçek dünyada insani değerlerin yitimine katlanamayanlar “deli” kabul edilirken insani köklerinden kopmuş olanlar “normal” olarak onay bulur der. Utanıyorum böyle bir insanlık ailesinin bir ferdi olmaktan hem de çok. Mehmet Akif ne güzel demiş:
İmandır o cevher ki ilahi ne büyüktür…
İmansız olan paslı yürek sinede yüktür!
İnsani ve asil olan ve vatanlarını terketmeme pahasına her şeyini bedel verme inancı isteği normalliğin deliliğini yaşayan insanlarda absürt şeyler olarak görülmeye hatta bir tuhaflık serüveni olarak algılanmaya başlanmış. Çünkü bu istekler hazın değil hakkın tasdikidir. Dilenciliğin değil muhtaçlığın belirtileridir. Esaretin değil hürriyetin göstergeleridir. İştahın ve denetlenmez arzuların değil yaşama tutunulacak bir helal yaşamın cihadıdır.
Peki Müslüman ailemize bilhassa nazlı cumhuriyetimizin yüz yıllık ömrünü yaşayan biz Anadolu erenlerine ne diyelim. Onu da Mehmet Akif Bey’e bırakıyorum. Çünkü onun teşhis ve tedavisinin üzerine çoğu sözü zaid görüyorum.
Dilenci mevki’i, milletlerin içinde yerin!
Ne zevki var, bana anlat bu ömr-i derbederin?
Şimâle doğru gidersin: Soğuk bir istikbâl,
Cenûba niyyet edersin: Açık bir istiskâl!
“Aman Grey! Bize senden olur olursa meded...
Kuzum Puankare! Bittik... İnâyet et, kerem et!”
Dedikçe sen, dediler karşıdan: “İnâyet ola!”
Dilencilikle siyâset döner mi hey budala?
Siyâsetin kanı: Servet, hayâtı: Satvettir ,
Zebûn-küş Avrupa bir hak tanır ki: Kuvvettir.
Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeğe hasretti Garb’ın elçileri!
O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu.
Taleb nasılsa, tabî’î, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
“Çalış!” dedikçe Şerîat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini;
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür: Vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!
O’nun hazîne-i in’âmı kendi veznendir!
Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çıkıp kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
“Yetiş!” de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O’na âid: Lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
Alış seninse de, mes’ûl olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı O.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu?
Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da “tevekkül” diyor bu cür’ete... Ha?
Yehûd Üzeyr’e, Nasârâ Mesih’e , ibnu’Ilâh
Demekle unsur-i tevhîd olur giderse tebâh;
Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı îmâna?
“Tevekkül” öyle “tahakküm” demek mi Yezdân’a?
Kimin hesâbına inmiş, düşünmüyor, Kur’ân...
Cenâb-ı Hak çıkacak, sorsalar, muhâtab olan!
Bütün evâmire i’lân-ı harb eden şu sefîh ,
Mükellefiyyeti Allah’a eyliyor tevcîh!
Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin;
Nasıl günâhına girmez tevekkülün, kaderin?
Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,
Muvaffakıyyete imkân bulur musun acaba?
Hamâkatin aşıyor hadd-i i’tidâli, yeter!
Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!
“Kader” senin dediğin yolda Şer’a bühtandır ;
Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrândır.
Kader ferâiz-i îmâna dâhil... Âmennâ!..
Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma’nâ.
Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,
Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a’yânda .
Niçin, nasıl geliyormuş? O büsbütün meçhûl;
Biz ihtiyârımızın sûretindeniz mes’ûl.
Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh ;
Senin vazîfen itaat, ne emrederse İlâh.
O, sokmak istediğin, şekle girmesiyle kader;
Bütün evâmiri Şer’in olur bir anda heder!
Neden ya, Hazret-i Hakk’ın Resûl-i Muhterem’i,
Bu bahsi men’ ediyor mü’minîne, boş yere mi?
Kader deyince ne anlardı, dinle bak Ashâb :