Yaygın bir söylentiye göre, Fatih Sultan Mehmed henüz II. Mehmed iken hocası büyük âlim Akşemseddin ile birlikte tebdili kıyafet ederek bir sabah Edirne çarşısına çıkar. Bir dükkândan alışveriş yapmak ister ve istediğini aldıktan sonra başka bir malı satın almak için fiyat sorar. Dükkân sahibi II. Mehmed’e bu malı satamayacağını, çünkü yan taraftaki komşusunun henüz siftah yapmadığını dolayısı ile alışverişin komşu dükkândan yapılmasının daha münasip olacağını söyler. II. Mehmed ve Akşemseddin tamam diyerek komşu dükkâna geçerler. Oradan talep ettiklerini temin ettikten sonra yine başka bir mal daha arzu ederler fakat o dükkân sahibi de önceki gibi arzu edilen malı satmaz ve karşı komşusunun henüz siftah yapmadığını anlatarak onları usulünce karşı dükkân komşusuna yönlendirir. II. Mehmed dükkândan çıktıktan sonra hocası Akşemseddin hazretlerine halkın arasında var olan bu dayanışma duygusunun toplumu ve devleti güçlü kılacağından dem vurarak, memnuniyetini belirtir.
Derslerimde rekabet konusuna değindiğimde batı kaynaklı bir fıkrayı özellikle anlatırım. Fıkraya göre iki ortak birlikte ormana giderek kamp kurarlar. Geceyi ormanda geçireceklerdir. Akşama doğru kamp ateşini yakıp, yemek yemeye başladıktan bir süre sonra kampa doğru bir boz ayının yaklaştığını görürler. İkisi aynı anda ellerine ilk geçen malzemeleri alarak korku ile kaçmaya başlarlar. Bir süre sonra ortaklardan birisi durup, elindeki çantayı açar. Bunu gören diğer ortak kendisine ne yaptığını sorarak, durmaması gerektiğini ancak ayıdan daha hızlı koştukları takdirde kurtulabileceklerini söyler. Ortağı ise spor ayakkabılarını giymek için durduğunu söyler ve “ayıdan hızlı koşmama gerek yok senden hızlı koşsam yeter” der.
Hayatının herhangi bir aşamasında en az bir defa ‘arkadaşından hızlı koşarak ayıdan kaçış’ mecazını yaşamayan kimse var mıdır acaba? Bence fıkrayı sadece batılılar üzerinden değerlendirmek adil bir davranış olmayacaktır. Çünkü günümüz dünyasında her nerede yaşarsak yaşayalım benzeri durumları tecrübe eder hale geldik.
Bu iki olayı art arda düşününce rekabet anlayışının nasıl II. Mehmed dönemindeki ‘varsan varım aşamasından, günümüzdeki yoksan varım yaklaşımına’ dönüştüğüne şaşırıyorum. Özellikle işin içine ekonomik faaliyetler girince durum çok daha vahim bir hal alıyor. ‘Tüm savaşların arka planında ekonomik temelli rekabetler vardır’ diyen bazı tarihçilerin görüşlerinde belki de belirli bir düzeyde haklılık payı vardır.
Zannımca bu aşamaya gelmemizde modernitenin yani Rönesans ile ortaya çıkan ve zamanla dünyanın genelinde kabullenilen toplumsal değerler sisteminin önemli bir etkisi var. Modernite ekonomiyi sınırsız insan ihtiyaçları ile kıt kaynaklar arasında kurulan denge olarak ele aldığından beri sözde kıt kaynaklar için daha fazla rekabet eder hatta daha fazla savaşır olduk. Lakin yaşadıklarımız gösteriyor ki mesele kaynakların kıt olması değil. Mesele kaynakların kıt olduğuna inanmamız hatta iman etmemiz. Yoksa dünyanın bir tarafında insanlar açlıktan ölürken başka bir tarafında obeziteye bağlı hastalıklardan ölümleri nasıl açıklayabiliriz?
Öte yandan kaynaklarımız kıt olmasa bile ihtiyaçlarımız nefsimizi terbiye edemediğimiz ve arzularımıza gem vuramadığımız için sınırsız olabiliyor. Açgözlülük beraberinde para ve mal istifçiliğini, istifçilik ise beraberinde israfı getiriyor. Böylelikle aslında hem ihtiyacımız olandan fazlasını elde etmek için bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadelenin içine giriyoruz hem de elde edilenleri kullanamadığımız için israf ediyoruz. Tüm bunları yaparken de gerçekten ihtiyacı olan insanları yoklukla, ölümle karşı karşıya bırakıyoruz. Bir nevi dünyamızı bir kamp alanına çevirip, bitmeyen arzularımızla kendi boz ayımızı ortaya çıkarıyor ve kendi boz ayımızdan kaçmak için kamp arkadaşlarımızı feda ediyoruz. Oysaki nefsimizi terbiye edip, kaynakları paylaşabilsek ortada boz ayı olmayacak ve kamp alanı kaçılacak değil yaşanılacak bir mekâna dönüşecek. Yeter ki varsan varım anlayışına tekrar uluşalım.