Benjamin Franklin; uzun yaşamak yeterince iyi olmayabilir ama iyi yaşamak yeterince uzundur der.
İnsan yaşamdan yaş aldıkça her bir yaşın beraberinde getirdiği sevinç ve keder yaşamına bir kader olarak kaydedilir. Hayat nehrinden aldığı her bir yaşın bedeli bedenin her bir uzvuna yüklenerek sevincin ve dahi kederin ulaşılamaz sınırlarına insanı yaklaştırır.
Türkan Hanım hem yeterince uzun hem de iyi yaşamış nadide bir sultan ve abidevi bir şahsiyettir. Hayattan yaş aldıkça ve kederin sevince galip olduğuna şahitlik ettikçe etrafa hayat veren kahkahaları, yaşamının anlamı olan daima iyilik yapma hali hüzün perdelerine dönüşmeye başlar. Lakin onca acının büyüklüğüne, kederin kalbine ve bedenine yüklediği ağır yüküne rağmen hâlâ hayata tutunmaktadır. Bütün kederini seccadesinin her bir karesine aktararak anlamlı bir yaşam sürdürmeye devam etmektedir.
90 yıllık o güzel ömre sığdırılmış bihemta ve yakutî değerdeki yaşamın özü şükürle sabırdır. Varlığını ortaya koyan zinde bir zihin ve secdede derdini Allah’a anlatan mahzun ama hâlâ sevgi dolu bir yürek taşıyarak bu cihana değer katmaktadır.
Türkan Hanım henüz çocuktur. Bir torun olarak dede ve ninelerinin sevgisini tam yaşayamadan ilk keder ve hüzünle tanışmıştır. Bilinmedik ve çözülemedik bir hadise olarak tarihe kaydedilen elim bir olayla babasını genç yaşta kaybetmiştir. Babayı kaybetmenin ıstırabı genç yaşta yüreğinde onulmaz ilk yara olarak yer etmiştir. Dokuz kardeşle beraber annenin kanatları altına girmiş ve yaşama tutunmak için her türlü zahmete katlanıvermişlerdir.
Hayatın hiç kimsenin etrafında dönmediğini herkesle beraber yürüdüğünü bilen veyahut öyle olduğu kendisine anlatılan Türkan Hanım ıstırabın kardeşi olan sevinçle ölümün acısını unutturan doğumla yüzleşmeyi ta genç yaşta ve böyle onulmaz bir yara olan baba kaybında idrak eder.
Sonra köyden şehre taşınırlar. Ölümün acısını unutturan düğün alayları onların da semtinde kurulur. Ablasının düğününden sonra sıra kendisine gelir.
Haya timsali, çok güzel yaratılmış olan gönlü ikram sofrası lisanı dahi daima ihsanda bulunan Türkan Hanım’a tutunacak, limanına demirleyecek hayat arkadaşının denk olması elzemin de ötesinde adil olan şeymiş. Ki öyle olur. Tebessümün ve gülmenin yakıştığı çok az hanımdan biri olan Türkan Hanım’a eş olan Ahmet Bey bunun farkında olan bir idraka sahip lakin aleme ilan etmeyi sevmeyen biriydi.
Bu mukaddes evlilikten beşi bir arada çok güzel evlatlar olur. Her biri dünya tatlısı ve mahallenin maskotu olacak bir güzellik ve sevecenlikle acıların semtini neşelendiren hayırlı evlatlar olurlar. Bütün bu güzelliklere rağmen Türkan Hanım babasının hayatta olmasını ve çocuklarını görmesini ne çok ister bazen. Gerçi annesi hayattaydı ama babasının yerini hiçbir şey dolduramazdı. Hele anne biraz sert ise bu boşluk daha çok hissettirirdi babasız çocuklara kendisini.
Sadece kardeşleri değil çocukları da büyümüş neredeyse tek tek evden uçmaya başlamıştı. Evlenen bütün kardeşlerinin yanında kocaya giden kızlar ve eve gelin getiren oğlanlar onun artık büyük bir ailesi olduğunu hissettirir gerçekliğiydi. Hoşuna da gitmiyor değildi bu durum. Çünkü hep emir alıp koruyucu durumdayken teyze ve hala konumuyla hürmet gören ve çıkarsız sevgi gösteren bir konuma gelir. Hele ona teyze diyen dört kız kardeşi ve hala diyen dört erkek kardeşinin çocuklarının cümbüşünü düşününce nasıl bir büyük aile alayıdır onun semtini canlandıran tahmin edemezsiniz!
Arzularını tatmin etmeye çalışan ve yaşamdan kam alan İslam medeniyetinin şairi Yahya Kemal Beyatlı’nın bir gazelini
Sükûn-ı lâyetenâhîye varmamız yeğdir
Nedir hayât uzayan ıztırâbtan başka
Bu bağlamda okurken sanki yılların Türkan Hanım’ın üzerine yükleyeceği acılar dağının habercisiymiş gibi gelir bana.
Her çocuk için teyze ve dayı evine gitmek anneden hiç ayrılmamak hissini veren bir duygu gibi tezahür eder. Türkan Hanım’ın da şehirdeki oğulları köydeki dayılarının yanına gitmek isterler. Lakin korkunç bir zemherinin tuzağında talihsiz büyük bir tehlike atlatarak baba acısının yanına evlat acısı yerleşecekken Allah’ın inayetiyle ve az bir hasarla bu kederden kurtulur.
Ölümler ve doğumlarla büyüyen hayat içinde yaşamdan yaş almaya devam eder. Hala ve teyze sıfatları sıradanlaşarak ama söyleyenleri değişerek devam ederken bir de nine hatta son haliyle anneanne-babaanne vasıfları Türkan Hanım’ın evinde dolaşmaya başlar. Bütün bu değişenlerin içinde değişmeyen en önemli şey onun hâlâ ilk günkü gibi hayata bağlılığı ve mahzunluğu ile yüzünde kaybolmayan gülümsemesi ve insana huzur veren kederli neşesidir.
Gidenlerin hüznü ve kederiyle beraber gelenlerin sevinci ve neşesi arasında hayata tutunan O Mehlika sultan, annesinin şeker hastalığıyla yüzleşince yeniden acı semtinde otağını kurar. Şekerin ileri derecesinde olan annesi birçok uzvunu kaybederken çocuklarına olan tavrını da daha çok sertleştirir. Bütün bu haklı huysuzluktan o da payını alır ve bir kez daha ölümle yüzleşerek annesini kaybeder.
Kardeşleriyle birbirlerine tutunan Türkan Hanım artık yeni bir aşamaya geçmiştir. Ailenin en önde gelenlerinin ilk saffında oturanlardır. Acı otağında da ilk onlar oturur düğün otağında da. Babanın ani ölümünün yanında annenin ölümü alışılmış sıralı bir ölüm gibi gelir ona. Çünkü hastalığı artık katlanılmaz bir noktaya gelmiştir annesinin.
Her gün yeniden doğarken varlığın üzerine beraberinde varlığın kaderlerini de taşırlar en ince takdir ayarlarıyla. Bunlardan o da nasibini alır. Bütün kardeşler içinde evlatlarının yükünden kurtulan daha doğrusu yaşamın içinde onları anlamlı bir şekilde sorumlu ve yetkili bir konumlamaya getirenlerin belki de en birincisi Türkan Hanım’dır. Kızlar ve oğullar evlenmiştir. Ahmet bey sağlıklı bir şekilde Türkan Hanımın etrafında dönmektedir. O da bir erkeğin bu dünyada bir kadından göreceği en büyük hürmet ve muhabbeti eşinden görüp küçük ekmek teknesindeki bereket kaynağının dahi o olduğunu düşünerek daima şükretmektedir.
Bütün bu güzellikler ve arkasından gelen nimetler Türkan Hanım’ın içini kemirmektedir. Çünkü yüreğindeki sönmeyen acıların yeniden tazelenmesi kaygısı rüyalarına girer. Ve öyle de olur. Hazan mevsimi artık onun kök ailesinden bir bir yaprakları koparır.
Önce büyük ablası vefat eder. Baba ve annenin acısının yanına kardeş acısı eklenir. Bir kardeşi değil aynı zamanda arkadaşı kaybetmenin acısını yaşarken beklenen ölüm der ve acısını yüreğine gömer.
Hayat yine bütün şaşaasıyla meydandadır. Ölümleri unutturan düğünler onun semtinde vardır. Lakin onun bir tarafı hep eksiktir. Tam bu eksikliği giderecekken beklenmeyen bir ölümle yüzleşir. Canından da çok sevdiği erkek kardeşinin kalp krizi ile ani ölümü onu yaşamdan koparıverecek bir durgunluğa getirir. Bütün şehir bu vefatı ve acının büyüklüğünü konuşur. Kardeşlerine ve evlatlarına sarılarak hayata tekrar tutunur.
Hayat böyle bir şey dedik ya. Her şey iç içedir. Ama Türkan Hanım’ın içinde büyüyen acı yumağı hiç de öyle olmadığını göstermektedir. Bu acının unutulmasını beklemeden yeni bir acıyla daha yüzleşir. Şeker hastalığının ailesini kıskaca aldığını bildiğinden buna hazırlıklıdır. Ve küçük kız kardeşini de kendi elleriyle toprağın bağrına bırakır. Hayatta kalanlarla yaşamın semtinde dolaşırken artık neyin ne zaman onu sarsacağını pek bilemeden mahallesinin hanımefendisi olmaya devam eder.
Bütün bu acılara rağmen o iyi ve uzun yaşamayı sever bir tabiata sahip olduğunu yaşadığı olaylar karşısındaki tutumuyla gösterir. Acısını içinden yaşarken dışarıda devam eden hayata hemen uyum sağlamaya çalışır. Bilhassa kardeşleriyle olan bağlarını daha da sıkılaştırarak acıların üstesinden gelir. Her kardeşi için Türkan Hanım “en çok beni sever” ablası veya kız kardeşi konumundadır. Çünkü onun yüreğindeki merhamet ve muhabbet sadece kardeşlerine değil onların evlatlarına da yetecek büyüklüktedir. Onun için belki bütün kardeşlerin en uzun ömürlüsü olarak bu yaşama şeref katıyor.
Çok sık olmasa da yine de o güzel kahkahalar ve tebessümler duyulur Türkan Hanım’ın yüzünde ve belirginleşmeye başlayan acı çizgileri arasından. Kelimeler daha az ama en kıymetli incilerden daha kıymetasa bir şekilde dökülür dudaklarından. Ve tam hayata bağlanmış onca düğün ve doğumun neşesine alışmışken yeniden bir ani ölümle hem de ona en yakın oturan kız kardeşinin kalp kriziyle ölümüyle yüzleşir. Yüreğinde yerleşen ve tedavisi bulunmayan acıların yanına bir acı daha eklenir. Kalbinin yükü artar. Kalıbının hareketleri yavaşlar.
Bütün bu acılarla uğraşırken eşi Ahmet Bey de hastalanır ve yatağa mahkûm olur. Dertleri bin bir türlü bir hal alır.
Felekten istemeyiz yeryüzünde varsa huzur
Kemâl semt-i hamûşânda hâbtan başka
Sanki şairin dediği gibi artık huzuru uykuda bulmak istercesine bir acılar kervanının uğradığı tek kervansaray kendi ailesi gibi gelir ona. Mamafih o imanının azametiyle her şeye rağmen hayata tutunmasının bu büyük ailesi için olmazsa olmaz durumlardan biri olduğunu da bilir.
Evde hastasına en iyi şekilde bakmaya çalışırken dışarıda hazan mevsiminin ne zaman bir yaprak daha aile ağacından koparacağını düşünür. Ve bir kardeş daha bir kardeş daha bir kardeş daha derken ve kocasını da kaybederken hatta bütün bu acıların içindeki en büyük acılardan birisi olarak yeğeni olan gelinini de genç yaşta öteki aleme yolcu ederken tek tutunacağı dalının yüce yaratıcı olduğunu her zamankinden daha çok bilir. Ve de öyle yaşar.
Yüreğinde sıralanan acılar sadece yüzündeki tebessümü değil ayaklarındaki takati de alır. Neredeyse birilerine tutunarak yürümeye çalışan dünya tatlısı ahiret perisi abidevi şahsiyet zihni her zamankinden daha dinç ve salim gönlü de bütün bu acıların yükünün yanında Allah’ın ihsanını ikram eden en güzel bir sofra niteliğindedir.
Yıllar önce annesinin evlatlarına tutunarak yaşadığı gibi o da çocuklarına tutunarak yaşamaya devam eder.
Türkan Hanım’ın yaşamında en çok iz bırakan, vakitsiz ölümlerdi. Çünkü uzun yaşamanın bir bedeli de vakitli vakitsiz bütün ölümlere şahit olmaktır. Bundandır ki eskiler uzun yaşamanın pek de iyi olmadığını düşünmüşler. Ama onun imanı ve inancı bunca acıyı içinde barındırmasına rağmen uzun yaşamı iyi bir yaşama dönüştürmüştür.
Hülasa Türkan Hanım’ın içten içe bir duasının olduğunu hep gözlerinden okurdunuz bunca acılardan sonra. Fakat bu okumada bir kusur varsa sizindir çünkü Rabbine asla hürmetsizlik edecek bir mümine değildir o. Bir duasıdır içten içe her anne ve babanın duası gibi ama takdire boyun eğen bir imana da sahiptir her daim.
Bir yarısı uzlet diğer yarısı destek manasında olan ve kızıyla hayatı paylaşan doksan yaşını aşan Türkan Hanım acının en ıstıraplı olanını da beklenmedik bir anda yaşar. Kalbinde sıra sıra yer eden ve sürekli kanayan baba-anne-kardeş acılarının yanına bir ciğerparelerinden birinin yani evlat acısının yükü eklenir. Hem de vakitsiz ve beklenmedik bir ölümdür bu ölüm.
Herkes ona bu haberi nasıl vereceklerini düşünürken bir şeyi unutmuşlardır. O her ne kadar evlat acısın yaşamamayı istemese de Allah’ın işine karışmama edebini de gerçek bir mümine gibi bildiğini her defasında etrafına ima ettirir.
Ve evlat acısı hem de ani ve vakitsiz gelen evlat acısı Türkan Hanım’ın içinden bir şeyler koptuğunu ona tam hissettirir. Şairin dediği gibi;
Aczimin giryesidir bence bütün asarım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok ki kalbimin, ondan ne kadar bizarım!
Ve Züleyha annemizin bütün her şeyi Rabbi için terk ederek ona yöneldiği gibi Türkan Hanım da artık tam Rabbine yönelir. Ve sadece secdede değil ömrünün her anında onun rahmetinin sadece ve sadece Onun rahmetinin bunca acıya karşılık dayanma gücü vereceğine iman eder.
İşte o Türkan Hanım annem gibi anne olan bunca yıldır hayattaki anne boşluğumu dolduran ve annem yaşarken bile annem olan teyzemdir.
Rabbim sen ondan razı ol. Bunca acıya sabır ve şükürle mukabele eden o anneme iki cihanda merhametinle muamele eyle. Lütfunla bağışla. Cehennemin ateşinden koruyarak ihsan ve ikramınla cennetin ebedi sofralarında kendine dost habibine komşu eyle.