Umut, insanı ayakta tutan en temel duygudur. Umut, korkuya karşı en güçlü duygudur. İnsanlar yeni güne, yeni aya ve yeni yıla korku ve umut ile başlar. Çocuklar, okula korku ve umut ile başlarlar. İnsanlar evliliğe korku ve umut ile adım atarlar. Ergenlik dönemindeki çocuk bu süreci korku ve umut ile yaşar. İnsanlar işe korku ve umut ile başlarlar. Çiftçi tohumu tarlaya korku ve umut duyguları eşliğinde eker. Çoban sürüsünü korku ve umut ile birlikte güder. Öğretmen sınıfa korku ve umut ile girer. Öğrenci öğretmenini korku ve umut duyguları eşliğinde dinler. Yatırımcı yatırımlarını korku ve umut duyguları içinde gerçekleştirir. Anne çocuğunu korku ve umut duyguları eşliğinde dünyaya getirir. Danışan danışmana, hasta doktoruna korku ve umut duyguları ile başvurur. Yardıma muhtaç olan kendisine yardım edecek olana korku ve umut duyguları ile sığınır.
Korkunun ve umudun hayatımızda bu kadar yer aldığını ve bu kadar öneme sahip olduğunu hiç düşündünüz mü? Esas düşünmemiz gereken birey olarak, aile olarak, kurum olarak, kuruluş olarak ve toplum olarak hangi duyguyu artırıyoruz hangi duyguyu azaltıyoruz? Eğer bir kişi, kurum ya da kuruluş kendisine başvuran kişinin korkusunu azaltıyor umudunu artırıyorsa işini iyi yapıyor denebilir.
Aslında kendimize soracağımız bir soru da seçimlerimiz sonucu oluşan karakterimiz ve karakterimizin sonucu olan kaderimiz daha çok hangi duyguyu besliyor olduğudur.
İnsanda umut yok olmaz. Çünkü umut insanı var eden en temel duygudur ve insanda ölen en son duygudur. Bu bağlamda umut bitti insan bitti demek sanırım abartı olmaz. O halde bu kadar insanın umut düzeyinin düşük olması sonucu yaşanan depresyonun yaygınlığını nasıl açıklayabiliriz?
Bu sorunun cevabı umudu yok etmek değil ki. Zaten inancımız gereği asla umutsuzluğa düşmemeliyiz. Sorunun cevabı, umudu yok etmek yerine onu bastırmamızdır. Umudu bastırmanın sonucu depresyon değil kaygıdır. Umudun bastırma sonucu oluşan boşluğu doldurmaya çalışan insan, hayatı sürekli önlem alarak yaşamaya başlar. Bu bağlamda çağımız insanının en büyük sorunu, başına gelebilecek muhtemel olumsuzluklar değildir, muhtemel istenmeyen olumsuzlukları önlemek için aldığı yöntemlerin kendisidir. Bu süreçte yaşanan çelişki kişinin zaman ve enerjisini tüketen bir kaynağa dönüşmekte ve kişiyi bir anlamda felç etmektedir.
Bu felcin adı ise umutsuzluktur. Umutsuzluğun olduğu yerde gelecek yoktur. Umutsuzluk duygusuna sahip kişi anı yaşayamaz. Anı yaşamak aklına geleni başkasının özgürlüğünü kısıtlamadan yapmak diye tanımlanır. Bu tanımla birlikte yaşam tarzı oluşturan batı medeniyeti günümüzde narsisizm illeti ile baş etmeye çalışıyor. Anı yaşamanın en işlevsel tanımı, anda sahip olduğun her şey için şükretmek ve sahip olmayı düşündüğün şeyler için de sabredebilmektir. Bu bağlamda şükretmek de sabretmek de haddini aşmadan yerinde ve zamanında erteleyebilmek ve yerinde ve zamanında vaz geçebilmeyi yani “savaşmayı” gerektirir.
Bu bağlamda umut, insanın geçmişi ile barışması, anı yaşamak için şükredebilmesi ve gelecek için sabredebilmesi olarak tanımlanabilir. Umutsuzluk ise, insanın andan uzaklaşması geleceğinden vaz geçmesi geçmişine hapsolmasıdır denilebilir.
Bir başka söylemle, umutsuzluk, insanın geleceğine haksızlık etmesidir denilebilir. Her dersi bitirirken söylediğim gibi “ ne olur geleceğinize haksızlık etmeyin!”