Birkaç haftadır aşırı sıcağın ve yüksek nemin etkisi ile çalışma odamda bunalarak işlerimi
yürütmeye gayret ediyorum. Bu arada hava durumu ile ilgili önüme çıkan makale, bildiri,
rapor, haber ne varsa okuyorum. Sanki onları okuyunca hava serinleyecekmiş gibi
düşünüyorum. Fakat durum hiç de öyle olmuyor. Tam tersine okuduğum metinler söz birliği
etmişçesine sıcaklıkların küresel ısınmadan kaynaklandığını ve bugünlerin gelecekle
karşılaştırıldığında iyi günlerimiz olduğunu anlatıyor. Dolayısıyla bırakın serinlemeyi
sıkıntım arttıkça artıyor.
Dünyamız 1980’li yıllardan beri belirgin şekilde ısınıyor. Bilim insanları daha o yıllarda
bizleri uyarıyorlardı ve muhtemel iklim değişikliklerini gösteren haritaları paylaşıyorlardı.
Genelde olduğu gibi onları ciddiye almadık. Aslında tüm bunlar olurken dünyanın başka
bölgelerinde küresel ısınmanın olumsuz etkileri görülüyordu. Lakin henüz bizleri etkilemediği
ya da konfor alanlarımızı rahatsız etmediği için gelişmeleri göz ardı ettik. Ne zaman ki;
kuraklıklar, seller, düzensiz aşırı yağışlar, sıra dışı yüksek sıcaklıklar, gıda ürünlerinin fiyat
artışları bizi olumsuz şekilde doğrudan etkilemeye başladı o zaman küresel ısınma olgusunu
kabullendik.
Kabullenmesek de ortada bir gerçek var. Dünya kaynaklarını aşırı derecede ve hızlıca
tüketiyoruz. Kaynakları tüketirken sözde insanlığın yararı için kullandığımız teknoloji
sayesinde çevreye hunharca zarar veriyoruz. Daha da kötüsü tüm bunları yaparken dünyaya
kendi kendini yenileme ve onarım fırsatı vermiyoruz. İşin ilginç tarafı bunları daha medeni
toplumlar olmak için yapıyoruz.
Öyle ki gelişmiş ya da medeni olarak adlandırdığımız toplumlar dünyanın geri kalanı ile
karşılaştırdığımızda daha fazla tüketiyorlar. Hem de ihtiyaç duyduklarından kat ve kat
fazlasını. Bu durum kapitalizmin insanlığı aşağılayan sosyo-ekonomik sonuçlarından birisi
olarak karşımızda duruyor. Lakin bizler aşağılandığımızı bile anlamadan zengin olmasak da
sosyolojik bir gerçek olarak ‘tüketiyorum öyleyse varım’ noktasına getirildik. Birey olarak
varlığımızı kendi toplumumuza ve toplumumuzun varlığını da diğer toplumlara kabul
ettirebilmek için gereksinimlerimizden fazlasını tüketiyoruz.
Görgüsüzce tükettikçe de tükenme kavramının her tülü manası ile tükeniyoruz. Çünkü bu aşırı
tüketimi sürdürebilmek için öncelikle inançlarımızı ve değerlerimizi tüketmemiz gerekiyor.
Tüm inanç sistemlerinde; doğaya saygı duyulması, çevrenin korunması, insanlarla birlikte
diğer canlılara da yaşam hakkı tanınması öğütleniyor. Ama bizler varlığımızı gösterebilmek
için kendimizden başka her canlıyı ve neredeyse diğer insanları yok ediyoruz. Bencilce
hareket ediyoruz. Bu noktaya da vicdani değerlerimizi tüketerek geliyoruz. Belki de küresel
ısınmanın ana nedeni vicdani değerlerimizi tüketmiş olmamızdır.
Tüketmesek sorun çözülür mü? Sinoplu ünlü filozof Diyojen malumunuzdur. Kendisi kinik
felsefesinin öncüsü olarak günümüzden yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce tüketime karşı
çıkmıştır. Diyojen en kısıtlı yaşam koşullarında bile mutlu ve bağımsız bir hayat
sürdürebileceğine inananlardandır. Dahası inandığı gibi de yaşamıştır. Limanda bir fıçı
içerisinde hayatını sürdürmüştür. Küçük bir çocuğun çeşmeden eli ile su içtiğini görünce su
içmek için kullandığı kupayı da bırakarak ‘su içmek için bile bir alete gerek yok’ demiştir.
Hepimiz Diyojen gibi yaşasak dünya nasıl bir yer olurdu acaba? Zaman zaman merak
ediyorum.
Ne bizim yaşam tarzımız ne de Diyojen’ninki yeryüzünde yaşamak, bahşedilen dünya
nimetlerinden yararlanmak ve bu nimetlerden yararlanırken onları korumak için doğru yol
gibi görünmüyor. Biz ifratı (aşırı abartmayı) yaşarken Diyojen’de tefriti (gereğince ciddiye
almamayı) yaşamış. Bir orta yol bulmalıyız. Hem üretmeli ve ihtiyaçlarımız ölçüsünde
tüketmeliyiz hem de dünyayı korumalıyız. Yani dünyanın iyiliği için önce kendimizden
başlayarak topyekûn bir nefis terbiyesi hareketine başlamalıyız. Tüketerek
serinleyemeyeceğimiz çok belli!