Vecdi ilginç bir kişilikti. Çoğu zaman herkesti çok az zaman kendisiydi. Platon’nun dediği gibi her şeyi biliyordu ama hiçbir şeyi iyi bilmiyordu.
Fiyakalı giyinirdi. Bilhassa ayakkabısının boyası sürekli yeniydi. Gömleğinin iki düğmesi daima açıktı. Gömleklerinin sürekli beyaz hem de tertemiz ve bembeyaz olmasına dikkat ederdi. Yürürken pantolonun ütüsü yolunu gösterir bir keskinlikte, ceketinin kareleri de kişiliğinin ne çok parçalamış olduğunu göstermekteydi.
Vecdi’nin daima her çiviye asacak bir poşeti daha doğrusu her poşeti asacak bir çivisi bulunurdu.
Girdiği her topluluk veyahut karıştığı her kalabalıkta onları dinliyormuş gibi erdemli ve ağır abi takılırdı. Sonra hafif öksürüklerle boğazını temizler gibi yaparken kendini konuşmaya hazırlardı. Birden çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi bodoslamasına konuşmanın içine dalıp nokta koymadan bilge birisiymiş gibi her mevzu hakkında ahkam keser her teze bir antitez sunar her konuşmanın merkezinde kendisinin olmasına gayret ederdi.
Dahil olduğu her kalabalıkta görünüşte bir bilge veya fenomen kişi gibi görülse de gerçekte çok konuşan bir aptal kişilik olarak etiketlenirdi. Lakin o bu durumdan hiç gocunmaz ve yüksünmez, tumturaklı mevzuları dahi izah edecek kadar kendini konuşmada yetkili sayardı.
Vecdi sevimli miydi tam bilmiyorum ama tek sevimsizliğinin hep konuşması her şeyi konuşması her şeyi biliyorken hiçbir şeyi tam bilmiyorum dememesiydi. Derler ya bilen sormaz bilmeyen de bilmediğini söylemez. Vecdi de galiba böyle bir karakterdi.
O her zaman vecd halindeymiş görüntüsünü verse de içini gıcıklayan duygularının tam dizginleyicisi olamıyordu. Hatta bir gün fena yakalanmıştı Vecdi.
-Bak bak zalime! Vay zıpır. Şu cenazelerde anlattığına bak. Bir de şimdiki göbek atışına.
-Hayırdır Fecri!
-Bu halay başındaki Vecdi değil mi!
-Yok canım. Sen de ne kadar kötü kalplisin.
-Vallahi eynen o. Ta kendisi.
-Dur dur biraz daha yakından bakayım. Vallahi o. Vay köftehor.
-Köftehor ki hem de ne mendebur köftehor.
-Demek bu günleri de görecektik Fecri.
-Ben zaten bu Vecdi’nin tuhaf hallerinin altında bir şeyler arıyordum.
-Aslında öküz altında buzağı aradığını düşünmüşümdür senin için hep. Galiba bu defa haklısın.
-Tabi haklıyım.
-Biraz abartmadık mı. Vecdi de insandır. Halay başı da olabilir. Göbek de atabilir. Kalçasını da sallayabilir. Bence abarttık biraz tepkimizi.
-Hemen su koyuverme. Biz oynamasın mı diyoruz.
-Ya ne diyoruz!
-Yahu benim ayar olduğum tiplere dönmeye başladı bu bizim Vecdi!
-Nasıl Yani!
-Biz şunu öğrenmedik mi büyüklerimizden ve gönül mimarlarımızdan?
-Neyi?
-Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun.
-Ne demek o. Vallahi sen de Vecdileşmeye başladın diyeceğim bir an.
-Yani görüntüde olmayın gönüllerde olun demek anladığım kadarıyla. Her şeye maydanoz olmaya ne gerek var.
-Tamammm şimdi anladım! O konuda haklısın. Hatta geçen bir yas merasiminde de Vecdi aynı şeyleri yapmış ve ne kadar zor duruma düşmüştü.
- Hangisi?
-Biliyorsun Vecdi’nin yırtık dondan çıkmış hıyarlık halleri var ya. Mikrofon zaafı.
-Ben de kafa mı bıraktı bu Vecdi Allah aşkına. Hele biraz ipucu versene.
-Biliyorsun karşı mahalledeki yaşlı ve hasta Ayşe kadın vefat etmişti.
-Evet ya çok çekti sahipsizlikten. Allah hiç kimseye öyle hayırsız evlat vermesin. Kadını daha defnetmeden utanmadan mezarlıkta miras meselelerini konuşmaya hatta hırlıca konuşmaya başladılar. Sen sağ iken hürmet edip sahip çıkma. Öldükten sonra mirasçısıyım deyip ortalıkta fink atmaya başla.
-Yahu dur bir kere dur. Ordan oraya atlıyorsun. Haksız değilim sana Vecdileşiyorsun dediğime.
-Tamam tamam.
-Biliyorsun buralarda cenaze evlerinde akşamları okuma yapılır bir de müsait ortam olunca sohbet edilir. Neyse üçüncü akşamdı. Okumalar bitmiş yatsı namazına da biraz zaman kalmıştı. Hoca efendiler vatandaş ile fazla yüz göz olmuşlar farklı bir ses ve sözün sohbet etmesini istemişlerdi.
-Tabi ya şimdi hatırladım. Bizim oğlan da konuşma zaafından dolayı hep konuşan veya konuşma ihtimali olanların yanında oturur böyle durumlarda. Acaba mikrofonu bana da uzatırlar mı diye.
-Aynen dediğin gibi. Vecdi her zamanki gibi beyazlarını giymiş ve bir sohbet eri gibi hocaların hemen yanına oturmuştu. Kur’an okudukça ve dualar yapıldıkça derin bir halvete dalmış gibi başını sallayıp duruyor, bilge bir ermiş gibi tavırdan tavıra girerek dikkatleri üstüne çekiyordu. Onu tanımayan o esnada okumada olan acemi bir hoca;
-Efendi hazretleri sizler de mevta hakkında ve vaktin hürmetine bir şeyler söylemek istemez misiniz diyerek mikrofonu uzatmasın mı!
-Vallahi manzara gözümün tam önüne geldi Fecri. Tanıdık imamların yüzü ekşimiş hatta “ne yaptın be Hocam” der gibi bir beden diliyle mikrofonu uzatan hocaya nazlanmışlardı.
-Evet evet ben de o durumu hatırlıyorum. Tabi bizim Vecdi Efendi Hazretleri önce derin bir tefekkürden uyanır gibi yaptı. Sonra boğazının en derin yerinde başlayan bir temizlik operasyonu ile öksürdü. Hafif başını sallayarak istemiyormuş gibi yaptı ama hızlıca mikrofonu kaparak konuşmaya başladı.
-İkimiz “bizim Vecdi acaba neler yumurtlayacak veya hangi cevizleri kıracak” diye yerimizde küçüldükçe küçülmüş neredeyse o küçük taburelerden yere düşecek olmuştuk Fecri.
-Vecdi önce bir salavat getirdi. Sonra Ayşe kadını ne kadar çok iyi tanıdığını anlattı -halbuki ömründe hiç görmüşlüğü yoktu- sonra da ömründe hiç açmadığı Kur’an-ı Kerim’den ayetler ve peygamberimizden hadisler söylemeye başladı hem de Arapça olarak.
-Şunu da hatırlıyor musun.
-Neyi?
-Vecdi artık durmak bilmiyordu. Ve birden öfkeli ama hikmetli bir ses yükseldi arka taraftan.
-Hiç unutur muyum o sesi. Memleketin, hakkı ve hikmeti pervasızca söyleyen nadir alimlerinden Şeyh Hulusi Efendi idi O. Vecdinin anlattıklarının ne kadar yanlış şeyler olduğunu tek tek izah etmiş ve her işin ehline bırakılmasını nezaketle söylemişti.
-Evet Etraf buz kesmişti. Bizimki hiçbir şey olmamış gibi davranacaktı ama davranamadı ve mikrofonu yavaşça sehpanın üzerine bıraktı.
Vecdi’nin arkadaşları bir taraftan bu mevzuları konuşurken diğer taraftan da aslında yeni dönemde Vecdi’yi de arar olduklarını söylemeye başladılar. Çünkü çağın teknolojik gelişimi bilgiye çok hızlı ulaşmayı sağlamış ama bilgide derinleşmeyi ortadan kaldırmıştı. Mesela mesleğe yeni başlayan bir memur yılların tecrübesini edinmiş gibi sorumsuz ama yetkilice davranıyordu. Yeni atanmış bir öğretmen, ömrünü bu hizmette neredeyse tamamlayarak mütekaitliğe gelmiş bir öğretmeni beğenmez bir üslupla öğretmenler odasında ya da okulun koridorlarında dik dik yürümeye başlıyordu. Sanayiye yeni başlamış bir çırak, elleri ve yüzü yılların emeğinden kırışmış ve zanaat çizgileri oluşturmuş ustasını yetersiz görüp cep telefonundaki bilgilere güvenerek aymazca konuşuyor ve kısa süre sonra da o iş yerini terk ediyordu. Birinci sınıfa başlayan üniversite öğrencisi hiçbir hocayı beğenmeden kendini yetkin görüyor ve dördüncü sınıfa gelince öğrenci olduğunu hatırlıyor ama öğrenmeye vakit kalmıyordu. Hele ilmin en nankör tarafı olan akademik hayattaki sivriltilmiş kazıkların sivriltenlere acımasızca batması yani araştırma görevlisi mahlukların bir anda dâhi hocalar konumlamasında kendilerini gören tiplere evrilmeleri onları daha çok üzmüş, Vecdi’yi bin kere öpüp öpüp başlarına koymaları gerektiğini konuşup dururken birden bir kahkaha atarak biraz da üzülerek Vecdi’nin de yavaş yavaş çağa ayak uydurmaya başladığını ve kırdığı son cevizi anlatmaya başladılar.
-Vallahi bizim bu oğlan hiç akıllanmayacak Fecri.
-Bırak akıllanmayı yeni yetmelere özenerek neredeyse ben yaşam koçuyum diyecek kadar zıvanadan çıktı.
-Biliyorsun bu aralar toplumdan en çok şikâyet edenler doktorlar.
-Allah gözlerini doyursun.
-Yahu öyle değil. Ne anlamadan banlıyorsun öyle hemen.
-Nasıl Yani.
-Haklı bu serzenişler.
-Ha bu bizim Vecdi’nin meselesini diyorsun.
-Evet evet tam da onu demek istiyorum.
Biliyorsun Vecdiler geniş bir aile. Ailenin her ferdi çok efendi ve hanımefendi. Biraz bizimkisi kabına sığmıyor. Geçenlerde tutturmuş ben annemi doktora götüreceğim diye.
-Biliyorum. Hatta Abisi ve ablası çok karşı çıkmış, onun bir vukuat çıkaracağını söylemişler.
-Bizimkisi dinler mi onları. Bir kere kafasına koymuş arz-ı endam etmeyi.
Neyse annesini almış ve her zamanki gibi fiyakalı giyinerek hastanenin yolunu tutmuş.
-Hemen şunu da hatırlatayım. Bu aralar bizimkisi o eski sevimliliğini kaybetmek üzere neredeyse meczup-Vecdi yerine tekno-Vecdi olarak anılmaya başlamış. Sebebini de biliyorum ama neyse…
-Çok yaşa Fecri.
-Muhtemelen bizimle az görüşmesinin sebebi de bu teknoloji ile olan meşguliyetidir. Yakında kendisine klavye filozofu da dedirtirse şaşırma.
-Oraları sonra konuşuruz.
-Tamam Abi.
-Bildiğin gibi annesini doktora götürür. Doktorun odasına girene kadar bizim Vecdi havasını herkese atar. Giyinişi, edası, nazikliğinin yanında bilgeliği ile bilhassa tıpla ilgili kurduğu cümlelerle etrafın ilgisini çeker.
-Ya Abi şeye çok gülmüştüm. Hastanede bir hemşire veya memure mi tam bilemedim kendisine “siz ne iş yapıyorsunuz beyefendi” deyince bizimki yekten kaldırıp demesin mi “sizce ne iş yapıyora benziyorum”. Soruyu soran “çok önemli bir kişiye benziyorsunuz ama bence en çok doktora benziyorsunuz” deyince bizimkinin ağzının suyu akarak “ah be hanımefendiciğim lütfen ayağınızı kaldırınız” der. Tam devamında “efendim ne uzmanı…” demeye fırsat vermeyen bizimki galant bir gülüş ve cilveli bir eğilişle hemen doktora yetişmeleri gerektiğini, daha sonra kendisine uğrayacağını söyler.
-İşte o gariban hanım da Vecdizedelerden biri.
Annesi çok rahatsız ve yerinde duramayacak kadar da acılar içindedir. Ancak sırasını beklemek zorundadır. Çünkü oradaki tüm hastaların ondan geri kalır bir durumda olmadığını görür. Vecdi yerinde durmaz. Bir taraftan doktorun sekreterini sıkboğaz eder diğer taraftan çok önemli kişilere telefon ediyor, hastaneyi ve doktoru şikâyet ediyormuş gibi telefonu sürekli kulağına tutar. Hatta bazen martavalları o kadar ayyuka çıkar ki başhekimim diye başladığı aynı telefonu hürmetlerimle sayın bakanım diye bitirir.
-Tabi bizim oğlan burnundan soluyormuş ve ihmal edilmiş çok önemli bir adammış gibi odaya girer değil mi.
-Aynen öyle Fecri aynen öyle.
-Tabi doktorlar sadece bir hastalık uzmanı değil aynı zamanda bir hasta yakını uzmanı da olabilirler. Doktor Bey önce yaşlı hastasını oturtur. Sonra bilerek Vecdi’yi biraz ayakta bekletir ve boş sandalyeye buyur etmez. Bizim oğlan daha çok öfkelenir ama içinden. Biraz daha fazla terler ve burnu kızarmaya başlar. Göz ucuyla Vecdi’yi takip eden doktor ona da “buyurun siz de oturun beyefendi” diyerek ortamın gerginliğini alır.
Doktor beyin zamanı azdır. Müşterilerinin bilhassa Vecdi’nin ilginç bir kişilik olduğunu da hemen tespit eder. Ve onu biraz konuşturur.
-Yoksa siz de mi hekimsiniz.
-Nereden bildiniz efendim.
-Duruşunuzdan.
-Çok mu belli oluyor.
-Hem de çok.
-O zaman ne doktoru olduğumu da bilebilirsiniz.
-Tabi ki bilirim.
-Söyleyin o zaman.
-Söyleyemem.
-Neden.
-Çünkü senin gibilerin hâlâ mezun olduğu bir doktorluk alanı icad edilmemiş de ondan.
-Yani
-Anacığım neren ağırıyor. Bana derdini anlatsana.
-Vay var olasınız doktorum. Önce sana dua edeyim sonra da derdimi diyeyim. Ha bu Vecdi tutturdu da sen çok hastasın yok şuran yok buran. Hele bir kelimesi var ki sürekli bana onu söyleyip durdu. Ben terleyince sen taşikordisin diyor. Ben göğsüm ağrıyor diyorum sen taşikordisin diyor. Ben sırtım iki dalımın arası ağrıyor diyorum sen taşikordisin diyor.
-Ana taşikordi değil taşıkırdi taşıkırdi. Bir türlü sana bunu doğru söyletemedim gitti.
-Neyse ne! Ha o ha bu. Hem sen dur ben doktor oğlumla konuşuyorum.
Bu arada doktor Bey öyle bir kahkaha atar ki içeriden sekreteri yerinden kalkıp kapıyı açmak zorunda kalır. Anne şaşkın, Vecdi öfkeli ve gergindir bu kahkahayla beraber. Doktor bey bizimkine dönerek
-İşte neden daha senin mezun olacağın tıp okulu yok dediğimi anladın değil mi beyefendi. Bunca yıl tıp eğitimi almama rağmen hâlâ bu mesleğin terimlerini tam telaffuz edemiyorum. Hele benden büyük meslek erbaplarımın yanında bunları terennüm bile etmiyorum. Ama bak sen internetten veya başka şekilde bu meslek ile ilgili birkaç kelime öğrenmişsin lakin her şeyi biliyormuş gibi hastanede caka satıyorsun. Hatta benim mesleğimi bana anlatıyorsun. Bak beyefendi sen şimdi usulca dışarıda bekle ve beni hastamla baş başa bırak. Bir ihtiyaç olursa seni çağırırım.
-Tabi bizim oğlan doktor olma havasını atacakken doktordan güzel bir paspaslanma ile kendini koridordaki bankların üzerinde oturmuş olarak görür.
-Keşke sadece öyle kalsa bizim Vecdi.
-Hiç huylu huyunu terk eder mi!
-Koridora çıkan Vecdi önce beyaz gömleğinin bütün düğmelerini açar. Boyalı yumurta topuklu ayakkabılarının topuklarına bastıktan sonra tespihini eline alarak koridorda olta atmaya başlar. Doktorun odasından uzaklaştıkça sesini artırmaya yaklaştıkça azaltmaya ama konuşmaya devam eder. Belli bir süre sonra annesi doktorun elini tutarak koridora çıkar ve oğlunu karşısında perişan görünce
-Bak doktor oğlum ben sana demiştim oğlumun neler yapacağını değil mi.
-Evet ana aynen de dediğin gibi olmuş. Fakat benim de sana dediğim gibi artık sadece bu senin oğlunun hali değil her gün onlarca onun gibi hastamız geliyor. Hem hasta hem doktor. Hem suçlu hem hâkim. Hem züğürt hem çok zengin. Artık biz de ne yapacağımızı şaşırdık kaldık ana.
Gel taşikırdi -estağfurullah- taşikardi beyefendi gel. Bu elmas anana çok iyi bak. Ona sadece hizmet ve hürmet et. Bırak doktorluğu biz yapalım. Hastalığını biz teşhis edelim. Tedavi yollarını biz söyleyelim. Bizim ekmek dükkanımızın kapısını kapatma olur mu.
Vecdi bütün zıpırlıklarının yanında insaflı biriydi de. İtiraz etse de hakka teslim olur doğru olanın daima yanında olurdu.
Evet bugün hayatında hiç kimseye kızmadığı kadar doktor beye öfkelenmiş hatta kendini kontrol etmekte hiç bu kadar zorlanmamıştı. Ancak kısa süre sonra bütün martavallarının ve mübalağalı kişiliğinin yegâne kaynağının kendisinin bu zıpırlıkları olduğunu anlamış ve sakinleşmişti. Doktoru nezaketle dinledikten sonra eline eğilmiş ve teşekkür etmişti.