Duruşma saatine biraz daha vardı. Sıkıntısını dağıtmak için radyonun kanal ayar düğmesini şöyle bir kurcalamak için uzandı. Çalan şarkıdaki sözleri garipsedi. Radyonun sesini açarken “talihe bak” diyerek hayıflandı. Son zamanlarda yıldızı giderek parlayan Asuman Akel, birkaç vokalistin eşliğinde, listelerde hit olma adayı yeni şarkısında “daha kaç kere geleceğim bu hayata, kaç kere daha bu suç beni yaşatacak, bilemiyorum ama yaşıyorum, suçu da suçları da” diyordu.
Radyonun üzerindeki eline gözü birden takıldı, sonra elini yaklaştırıp uzun uzun baktı. Yeni eklenmiş, ölüme yaklaşmaya başladığını hatırlatan kahverengi lekeyi fark edince canı biraz sıkıldı. Toplamda yedi leke. Garip, sol elinde henüz kahverengi leke yoktu ama büzülen damarların oluşturduğu yedi adet yamru yumru küçük çukurlar, tepecikler vardı. Bu tam anlamıyla bir ironiydi. Bir elinde öfke, açgözlülük, kıskançlık, şehvet, kibir, tembellik ve oburluk diğer elinde merhamet, cömertlik, hoşgörü, saflık, çalışkanlık, tevazu ve adalet…
Suça ve suçlulara çözüm bulma adına, gençken, ölümsüzmüş gibi yaşadığı günleri düşündü. Herkesin yanılma hakkını sonsuz bir oburlukla kullandığı gençliğinin en hızlı yıllarında yargı dünyasıyla ilgili üst üste hayal kırıklıkları yaşamaya başladığında, meslek hayatını avucunun içine almanın ne kadar imkansız olduğunu anlamış, bambaşka bir insana dönüşmüştü. Başka diyarlarda, başka zamanlarda, başkalarınca işlenmiş suçlardan sorumlu olmadığını düşündüğü günlere efkârlandı. Şimdilerde tamamen zıt farklı bir kafadaydı.
Aleladede insanların kendilerini fevkalade sanmaları hiç bitmeyecekti. Suç hiç bitmeyecekti… Çünkü suç hayatın kendisiydi. Suçlu, suç üretmek için vardı. Ayrıca suçlular olmasa kendilerine, yargı dünyasının mensuplarına ekmek de yoktu. Artan suça ve suçlulara karşı derecesi kat be kat artan “ceza, ceza, ceza…” yağdırıyorlardı. Ama cezai yaptırımlar suçu yine de çözmüyordu. Ona göre ceza, suça çözüm bulma adı altında yeni sorunlar ve suçlar üretmenin yoluydu. Yargı suçu önlemek için değil ona karşılık vermek için vardı. Suçun oluşmasını önlemeyen yargının suçun parçası olduğu düşüncesi çelişkili bir düşünce olarak kafasını uzunca bir zamandır meşgul ediyordu.
Çelişkiler bununla sınırlı değildi. Toplum genel olarak hırsızlığı kınıyordu; ancak, hırsızlık artarak devam ediyordu. İnsanlar çocuk istismarını da kınıyordu; ancak, kınadığı istismarı yapmaktan geri durmuyordu.
Suç kaçınılmazdı. Sıkı bir takipçisi olduğu İtalyan kriminolog Cesare’nin eserindeki çarpıcı saptamaları geldi aklına: "hepimizin ortak yararı suçların sadece işlenmemesinde değil, işlendikleri zaman topluma verdikleri zararın da hiç değilse çok az olmasındadır.” Tek başına değil birlikte işlenen suçlar onun ilgisine daha fazla mazhardı. Tek başına işlenirse başka, birlikte işlendiğinde ise bambaşka bir kimyaydı suç. Birlikte işlenen suç bir tutkal gibiydi. Payı olanlar birbirine yapışır, ne kadar uzaklaşmaya çalışırlarsa çalışsınlar suç çekimi onları bir arada tutardı. Bu çekim bu insanları suçun olduğu yere döndürmez, birbirlerine döndürürdü. Birbirlerini sürekli gözlemek zorundalardı, bir arada olmaları bu yüzdendi. Belki de bu yüzden zor bozulan ortaklıklar suç ortaklığıydı.
Karşısında bekleyen, suç ortaklığı içerdiğini bildiği farklı dosyaları karıştırmaya, ayırdığı konuların üzerinde çalışmaya başlayacaktı ki bir anda vazgeçti, “çok vakit alacak” diye düşündü. Erkenden çıkıp kalem odasına uğramayı ve özel kalem müdürü Sakine hanımla uzunca zamandır kafasına takılan, çözülmemiş idari bir konuda müzakere etmeyi düşündü. Kararsızlık içindeyken kapısı çaldı. Uzunca zamandır kimseyle konuşmamanın yaratmış olduğu boğuk bir sesle “girin” diyerek merakla kafasını kaldırıp baktığında kapıda Necip’in beklediğini gördü. Sevinçle ayağa kalktı.
Hukuk Fakültesinden birlikte mezun olduğu dönem arkadaşı Necip Somay o her zamanki büyük tebessümü ve saygılı ses tonuyla “eski bir dosta vakit ayırabilecek misiniz sayın Hakimim?” diye sorunca gülerek “olur mu hiç,” dedi. İki kolunu yana açarak kucaklamak için ona doğru yürüdü. Bu arada kendisine uzatılan eli hararetle sıktı. Sıkı, güven verici bir tokalaşmaydı. Necip’i kendine doğru çekerek kucakladı. “Elbette, elbette sevgili dostum, hoş geldin sefalar getirdin” dedikten sonra elini Necip’in elinden ayırmadan onu maun renkli, üstü saçılmış dosyalarla dolu masanın önünde bulunan sarı renkli keten kumaştan koltuklara yöneltti. Karşılıklı oturdular. “Ne ikram edebilirim?” diye soran Hakim Ömer İngören Necip’in gülümserken parmaklarıyla yaptığı kaşık hareketi üzerine çay söylemek için masanın üstünde duran çağırma butonuna bastı. Kantinci Çetin sanki siparişi daha önceden biliyormuşçasına saniyesinde kapıda beliriverdi. Hissettiği sorumluluktan, adliyeye giren çıkanlara dikkat etme alışkanlığıyla Ömer’in yanında oturmakta olan Necip Somay’a çaktırmadan alıcı bir bakış atan Çetin geldiği gibi yıldırım hızıyla ikinci kattaki kantine geri döndü. Ömer sınıf arkadaşı Necip’in hoşbeş için gelmediğinin farkındaydı.
“Nasılsın Necip?”
“İyilik sayın hakimim.”
“Ya bırak şu hakimi.”
“Tamam, tabi ki. İyiyim Ömer’cim. Sen nasılsın?”
“Bildiğin gibi. İşler güçler, giderek artan yükler. Eh emeklilik düşleri kurmaya başlamadım desem yalan olur.”
“Son ihraçlardan sonra senin gibi tecrübeli, donanımlı hakimlere daha çok iş düşüyor adliyede. Kolay değil, yargının neredeyse tamamında temizlik yapıldı.”
“Ya, evet Necip” dedi yüzünü buruşturarak, “hayırdır seni hangi rüzgar attı buralara?”
Mavi renkli İtalyan klasik kesim takım elbisesi içinde her zamanki gibi şık ve fit görünen Necip bir yudum çay alıp boğazını ıslattıktan sonra: “Aslında bu yakaya çok geçmiyorum ama adliyede acil bir işim çıktı. Buraya kadar gelmişken seni de bir göreyim istedim” dedi.
“Necip?”
“Efendim Ömer?
“Hadi ama. Anlat dinliyorum. Yapabileceğim bir şey var mı?”
“Valla bir şey için gelmedim.” İnandırıcı olmaktan çok uzaktı, kendisi de biliyordu. Bir sessizlik olunca “Ortam çok bozuldu be Ömer” diye devam etti: “Her şey yozlaştı. Çocuk istismarı, çocukları tarafından öldürülen anneler, babalar, intiharlar, cinayetler, yolsuzluk, yoksulluk, yozlaşma ...”
Ömer masanın üstünde duran dosyalara şöyle bir göz atıp, çayından büyük bir yudum alırken, kısık bir sesle “Evet Necip. Ama bunun temelleri yıllar öncesinden atılmış” dedi. “Hiç unutmam. Yıllar yıllar önce, ilk görev yerim olan Aydın’ın Bozdoğan ilçesinde, incecik, bir resmi nikah kıymaksızın dini nikah kıyma suçu dosyasında görevliyim. Duruşma öncesi mağdurenin yaşına baktığımda 18 yaşından küçük olduğunu, ama dosyada tefrik edilen başka bir soruşturma olmadığını, yani yaşı küçük mağdure ile cinsel ilişkiden dolayı ayrı bir soruşturma yürütülmediğini farkettim. Duruşmada mağdurenin resmi nikahlı olmayan eşine, o dönem suçun ağırlaştırıcı nedeni olan mağdurenin kızlığını kendisinin bozup bozmadığını sorunca, ben bozmadım dedi. Ama ilk onunla ilişkiye girmiştir diyerek, reşit olmayan mağdure ile cinsel ilişkiye girmek suçundan, sanık hakkında suç duyurusunda bulundum. Ve incecik dosyanın ardından insanı kahreden bir dram çıktı : Gerçekten mağdurenin kızlığını imam nikahlı eşi bozmamıştı. Mağdure, kız kardeşi ile birlikte yıllardır ağabeyinin tecavüzüne uğramış, hatta ağabeyinden bir çocuğu olmuş. O bebek ölmüş ya da öldürülmüş, sonrasında da mağdure, o gün gördüğüm eşiyle imam nikahıyla evlendirilmiş. Mağdurenin annesi olayı biliyor ve göz yumuyor. Ağır ceza mahkemesi, benden o bebeğin fethi kabrini yapmamı istedi. Gittim mezarı açtım, ama ne neden öldüğüne, ne de babasının kim olduğunu belirleyecek bir DNA profiline, ulaşmak mümkün olmadı. Bir sonraki duruşmada her şey ortaya çıkmıştı. Duruşma sonrası küçük kıza, “bana kayınpederini çağır” dedim, arkasını döndüğünde farkettim: o eski yamalı şalvarının arkası tamamen kandı, kanaması vardı. Yoksulluğu, o soğukta ayağındaki plastik ayakkabıları, hiç aklımdan çıkmadı. Yamalı pantolonuyla kayınpederi duruşma salonuna geldi. Hakimlik bir çaresizlik halidir. Acı içerisindeki dünyanın tarafsız tanıklığına bir ömür boyu mahkum olmak demektir. Kayınpederine dedim ki; “bana söz ver, sahip çıkacaksın bu kız çocuğuna. Sen, oğlun ona sahip çıkıyorsunuz ya... Cennetin kapıları size açık, söz ver bana... Bu kızı sahipsiz bırakmayacaksın...”
Ömer gibi Necip de ortamın, yaşamın, ilişkilerin giderek yozlaştığı bu noktaya hızla geldiklerine, büyük bir ahlak sorunuyla karşı karşıya olduklarına inanıyordu. Ömer’in kısık sesindeki tuhaf tonu nasıl yorumlaması gerektiğine karar verememişti. “Peki bütün bunlar olurken hiç duyan, gören olmamış mı Ömer?”
“Necip, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, el ile gelen düğün bayram diyenlerden ne beklersin ki?”
“Haklısın Ömer. Tanrı adına öldürülenlerin sayısı şeytan adına öldürülenlerden her daim yüksek. Güya dindar bir toplum ama dindarlık her sorunu çözmüyor. Sadece etraftakilerin umursamazlığı değil, bizde de suç var öyle değil mi? Biz adalet camiası da kendimizi yüce, erişilmez, kahraman, benzersiz, temiz, haklı görmekten geri durmuyoruz.”
“Ahlaki yozlaşma derken aklıma Filibeli Ahmet Hilmi’nin kitabında bir yabancının gözleminden bir anekdot geldi Necip.” O sırada duvardaki asılı saate bakan Necip “Vaktin varsa dinlemek isterim” dedi. “Tabi, tabi, ne demek. Vicdandan dinin nasıl azade kılındığına güzel bir örnek.”
Diyor ki: “Türkler gayet mükemmel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde kelimenin yüce manasıyla çok din aranmamalıdır… Türklerde namaz günlük vazifelerdendir. Kendiliğinden anlaşılır ki, bu vazife elbise giymek, işini yapmak, yemek yemek ve uyumak vazifeleri gibi yerine getirilir. Eskiden beri alışılmış bir adet takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar elverişsiz olursa olsun namaz kılınır. Bir şahıs az müstehcen bir hikaye anlatır. O sırada müezzin ezan okumaya başlar. Hikaye anlatan hikayeyi keser, namazını kılar, sonra hikayesine kaldığı yerden devam eder… Bir tacir yalan söyler, malını satarken aldatır, sonra namaz kılar, sonra yalan söylemeye ve insanları kandırmaya devam eder… Bir paşa vahşice bazı zulümler veya cinayet için emirler vermekle meşguldür; ezan okunduğunu işitir, gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, rahat olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra zalimane talimatını vermeye devam eder. Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir alakası yoktur ve hiç kimse bunda hayret edilecek bir şey görmez, hiç kimse bundan arlanmaz, herkes kılınması gereken zamanlarda namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur…(Gazeteduvar, 2017)” “Ancak birbirimizden nefret edecek kadar dindarız birbirimizi sevecek kadar değil” diyerek sözünü bitirdi Ömer.
Necip “Ömer haklısın” derken utana, sıkıla geldiği konuyu en sonunda açmaya karar verdi: “Şu medyada yer alan bakanın oğluyla ilgili haberler…” dedi. Arkadaşının hal-hatırını sormak için buralara kadar zahmet etmediğini bilen Ömer “suç piçtir kimse sahiplenmez ama suç her zaman kendine bir avukat bulur” diye mırıldandı. “Efendim?” diyen Necip’e sesindeki memnuniyetsizliği belirtmeyi çekinmeden bakarken “o konuda konuşamam. Dosyaya ben bakıyorum” dedi.
“Biliyorum Ömer. Aslında ben, biraz da bunun için geldim. Duydum, çocuk avukat istemiyormuş. Yardım da kabul etmiyor. Bakan bey bu konuda dertli.”
“Sen Kadir beyle yakınsın galiba.”
“Gerek Kader hanım, gerekse Kadir, şey Kadir bey yıllardır tanıdığım insanlar. Aile avukatları sayılırım. Hani koskoca bakanlığın sitesini hackleyip “Bakan ve annesi tarihi eser kaçakçısıdır” demek pek hoş bir şaka değil. Hele Kader Narlıdere hakkında rüşvet suçlaması, Allah muhafaza.”
“Diyebileceğim pek bir şey yok Necip” dedi. Necip’in sorgulayan, ısrarlı bakışlarına dayanamayıp “insan kendi felaketini seçemez Necip. Kendi felaketine aktif katılım içinde olabilir ama yine de onu seçemez. Yıkılmak için dizilen domino taşları gibiyiz. Biri gelir sana çarpar, seni yıkar ama onu da başka biri yıkmıştır. Biraz tepeden, soğukkanlı bir zaviyeden bakınca göze hoş gelen bir görüntü aslında. O felakette seni diğer insanlara bağlayan şeyi görürsün çünkü. Bu durumda herkes suçlu olduğuna göre hiç kimsenin suçlu olamayacağını anlarsın. Herkes birbirini yıkar.”
İstemeden de olsa alışkanlığına yenik düşerek sakallarını kaşırken Necip’e sert sert bakıp bekledi. Arkadaşının beklentisinin devam ettiğini görünce: “Hayat ileriye doğru yaşanır; ancak, geriye doğru anlaşılır, bilirsin. Var olan her şey, ilişkilerde dahil değişmez bir kesinlikle bir sona ulaşır. Her şey dağılmaya ve onu oluşturan parçalara ayrılmaya mahkûmdur. Çünkü zaman ileriye doğru aktığından başlayan işlem, süreç, karar geri döndürülemez. Kaybolan ve yerine geri getirilemeyecek şeyler daima olacaktır. Benim bu dosyada gördüğüm bu” diyerek konuyu açılmamak üzere kapattığını vurgulamak istedi. Necip toparlanıp ayağa kalkarken “Söylenecek bir söz bırakmadın vallahi” dedi. “Müsaadenle davayı izleyebilir miyim?” “Pek tabi ki, şeref duyarım.” Necip izin isteyerek odayı terk ederken, Ömer “madde gibi farklı fazlardan geçiyor Necip” diye başını olumsuz manada salladı. “Bir zamanlar hukuk, hak ve adalet karşısında katı, dirençli, çözülmez, bükülmez olan Necip’in duruşu çözülmüş, içi hafif hafif erimiş, savunduğu noktayı bırakıp durduğu yerden akıp gitmişe benziyordu. Hak ve adalet konularında burnundan kıl aldırmayan Necip olduğu bu halden çok çok uzakta saydam gazdan bir eser olup çıkmıştı. Taviz vermediği adalet "kime ve hangi menfaate” kriterine maruz kalmış, mağlup olmuştu. Aynı günde, aynı konuda Necip’in maddenin üç haline birden girebilmesi bulunduğu bu fazdan dolayı olsa gerekti. Necip’in bu durumunu "acayip plazma hali" diye düşündü Ömer. Enerji girişine göre Necip’in hali değişmişti, çünkü Necip’in hamuru biraz garipti.
Aslında temiz bir bilge olarak doğar insan, sonra sonra kirlenir. Bazı kir yıkanınca geçer, bazı kirler ise insan korkmaya, korkaklığa, korkutmaya bulaşınca silinmez olur, oksitlenir. Kir ve korkaklık değersizliği ve yetersizliği çeker. İnsanın kendi kendini imhası da böyle başlar. Yetersizlik duygusu bir kanserdir, metastazı sadece insanın kendine değil çevresine de yapar. Dalga dalga mutsuzluk yayılır. Peki bu durumda ne ister insan? Tedavi. Hayır, her tedavi iyileştirmez. Tedavi başarılı olsa bile nüksetme ihtimali vardır, nükseden yerde iyileşme yoktur. İyileşmeyi istemeli, hatta buna kafayı koymalı. İnsanın kendi kendini yok etmek için inşa ettiği bu imhayı iyileştirmesi için ne gerekir? Bir dosyadaki, yerdeki, insandaki hatayı görecek ve bunu kendine dert edecek veya dert etmeyecek şey insanın kendi zihnidir. Hatayı düzeltmek veya olduğu gibi kabul etmek bir tercih meselesidir. Değiştiremeyeceğin şeylere üzülmek ise gereksizdir. Neye inat edersen, direnirsen inat ettiğin, direndiğin şey kaderin olur. Elinde taşıdığı su testisine kırmamak için özen gösteren insan, arabasının kaportasının çizilmemesi için çaba harcayan erkek, yeni aldığı elbisesinin kırışmaması için saatlerce ayakta kalıp oturmamayı tercih eden kadın, içine dışı kadar önem vermez, çünkü nasibinin içindeki boşluk kadar olduğunun farkında bile değildir. İyileşen zihinde kaybetmek yoktur. Sadece geri vermek vardır.
…
Bir duvar vardı. Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.— Mülksüzler, Ursula K. LeGuin