Sözün mucizevi olduğunu düşünürüm, hem sözün kendisinin, hem sözü söyleyebilmenin hem de sözü anlayabilmenin, çözebilmenin.
Hatta sözün, içeriği, söyleniş şekli ve etkisiyle birlikte düşünüldüğünde evrenin en önemli ve temel yapı taşı olduğuna inanırım. Atomdan bile daha temel ve daha da etkili. Ne de olsa her şey söz’le başladı ve bitecek.
Sözle başlayan sözle biten, başkalaşan, değişen, dönüşen o kadar şey var ki. Tüm şu özü ilişki-çelişki-çatışkı-değişim-dönüşüm-oluşumdan ibaret dünyada söz bir çıktı, üzerinde en çok düşündüğümüz, bazen hayaller dünyasının anahtarı, maceralara sürüklendiğimiz, bazen debelendiğimiz, fırtınalar kopardığımız, hazmetmekte, anlamakta, kabul etmekte zorlandığımız bazen zehir tadında acı bazen tatlı harfler öbeği.
Altı üstü söz…
Mucizevi bir armağan olan konuşabilmenin sağı-solu belli olmayan, nereye evrileceği kestirilemeyen afacan çocuğu.
Söz bir “içindeki içinde ve o da onun içinde” olma durumu, katmanlı gerçeklik barındıran ama bazen açıktan amaç ama zıtlık ama bazen gizliden mana, emel içeren. Her zaman bir başlangıç içeren ancak her başlangıcın içinde kendi ya da başka bir şeyin sonunu barındıran.
Söz sadece bir harf yumağı, kelime öbeği değil, bir bakış, bir dokunuş, bir davranış, bir tebessüm… Bu nedenle “içindeki içinde” durumu.
Söz şekilden şekle girebilen harfler, kelimeler hamuru fakat onu tasarlayan, yoğuran, pişiren sunan yaratıcısı dil bambaşka bir mucize. Konuşabildiğimiz için nasıl konuşabildiğimizi düşünemiyoruz bile ama mekanizmaya şöyle bir baktığında tam bir lütuf olduğu açık.
Her an kullandığımızdan dil üzerinde çok düşünmüyoruz lakin her şeyin bir dili var. Sadece müzik, matematik, konuşma dili değil dinlemenin dili, kalbin dili, aklın dili, ruhun dili, bedenin dili, evrenin dili, gezegenlerin dili, coğrafyanın dili, güneşin dili, sessizliğin dili, kuşların dili … her şeyin ve herkesin bir dili var, tabi duyabilene.
Dil sadece kullanılacak bir şey değil, dünyayı algılama ve deneyimleme biçimimizi şekillendiren kudretli bir kuvvet.
Mesela, konuşan dünyanın çoğu “zamandan” yatay bir çizgiymiş gibi, geçmiş arkamızda ve gelecek önümüzdeymiş gibi bahsetme eğiliminde. Ancak And Dağları’na özgü bir dil olan Aymara dilini konuşanlar zamanı tam tersi şekilde görüp yaşamaktaymış (alıntı). Onlar için gelecek, bilinmediğinden, arkalarında, çünkü insan arkasını, gerisini göremez. Geçmiş ise Aymara dilinde önde. Çünkü insan önünde ne olduğunu görebilir. Aymara dilini konuşanlar için zaman yanımızdan geçip giden bir şey. Biz onun içinde hareket etmeyiz. Düşünsenize zamanı dilimizin bize öğrettiği gibi değil böylesine farklı görseydik nasıl davranır ve yaşardık dünyada acaba?
Dil sadece düşünceyi değil görüşü de etkiliyor. Dilsel görelilikle ilgili konuşmalarda sıkça atıfta bulunulan bir örnek, Rusçadaki ‘mavi’ anlayışı. Rusça, daha açık maviler ve daha koyu maviler arasında ayrım var. Bu dilsel farklılık nedeniyle Ruslar bu iki tonu bizden daha farklı olarak algılıyor. Aynı maviliğe bakıyoruz sözde ama bazıları mavilikte başka mavilik tonları olduğunu görebiliyor. Dolayısıyla dil sadece düşünceyi değil, görüşü de etkilemekte.
Dil insanı her yönden etkileyebiliyor. Avustralya’da bir Aborjin dilini konuşanlar dilleri nedeniyle daha farklı bir navigasyon anlayışına sahipmiş. Dünyanın geneli yön tarifinde sol ve sağ, ileri ve geri ifadelerini kullanırken, bu dili konuşanlar kuzey, güney, doğu ve batı ifadelerini kullanıyormuş. Bunu yapabilmek için kuzeyin, doğunun, batının ve güneyin her zaman nerede olduğunu bilmeleri gerekir. Dolayısıyla, böyle bir dilde insanların kendilerini doğadan koparmadan doğayla birlikte var olmalarını ustaca yönlendirebildiklerini düşünüyorum. Sağına-soluna gitmeye alışık birine kuzey-doğuya gitmelisin deyin bakalım ne olacak?
İçine doğduğumuz dil bizi biz yapıyor, gerçekliğimizi şekillendiriyor, düşüncelerimizi ve hatta duygularımızı yönetiyor.
Bazı dillerde olup da diğerlerinde olmayan sözcük ve deyimlerin varlığı, en azından bazı kültürlerin belirli duyguları diğerlerinden daha derin ya da güçlü hissettiğini düşündürüyor. Neden Almanlar felsefede çok iyi, hep merak eder dururum. Dillerindeki kavramların türetilmeye elverişli oluşundan olabilir. Portekizlilerin oldukça güzel bir kelimesi olan ‘saudade’ (sodade; gurbet-sıla hasreti) (isteyene bi şilte, bir battaniye ve çok hasret çeken Cesaria Evora’dan dinlemesini öneririm), birisine ya da bir şeye duyulan ve onunla bir daha asla karşılaşamayacağımızı bilmenin daha da acı verdiği derin bir özlemi tanımlar. Ya da Afrika’dan köklerinden koparılan, uçsuz bucaksız pamuk tarlalarında çalıştırılan kölelerin, toprağın ortasından geçen tren sesinin ahengiyle içlerindeki hüznü, özgürlük özlemi ve derin acıyı dile getirdikleri “blues” şarkıları. Benzer bir şekilde, japonca ‘mono no aware’ deyimi, doğal dünyadaki şeylerin yaşaması ve ölmesinde en canlı şekilde görülen, geçici olana karşı mükemmel bir duyarlılığı tanımlarmış. Geçici olan şeylerin farkında olma ve bunun verdiği üzüntü: Belki de sakuralardaki, yanımızda ya da hayatımızda olanların da dahil geçiciliğin değerini bilebilmek bu kelimenin dildeki varlığındandır. Maddiyata boğulmuş, başarıya açlaştırılmış, geçiciliği ve bunun vereceği üzüntüyü kavramayan bir akıl geçiciliği ve bunun üzüntüsünü nasıl fark etsin ki?
Ama yine de bizde de bu anlamda başka diyarlarda olmayan kelimeler yok değil; mesela “gönül gözü”. Dünya gözü ile bakan yüzü, gönül gözüyle bakan özü görür demiyor mu Mevlana?
Gönül gözü demişken söz vermekle başlayan, tutulamayan sözlerden ya da sözlerin hiç de barındırmadığı zorlama anlamlardan sonlanan ilişkilerin, evliliklerin çoğaldığı günümüzde Dilek Yörük’ten gönül dilini öğrenmek isteyenler için düşündüren bir öğütle bitireyim sözümü:
“Evliliklerinizi başkalarının evlilikleriyle kıyaslamayanın. Peri masallarına aldanmayın, çünkü gerçek değiller. Öyle bir evlilik hayali ikinizi de üzer.
Mükemmeli aramayın, hiçbirimiz mükemmel değiliz.
Birbirinizin geçmişini sorgulamayın. Adı üstünde geçmiş.
Eşinizin sizin zihninizi okumasını beklemeyin, maalesef bunu hiç kimse yapamıyor. İstediğiniz ve istemediğiniz ne varsa açık açık söyleyin birbirinize. Konuşarak her şeyi çözebileceğimize inananlardanım.
Birbirinize yaşam alanı bırakın. Evlendiniz diye her şeyi birlikte yapmak zorunda değilsiniz.
Çok bilindik bir hikaye var: Kirpiler eşlerine dikenlerinin boyu kadar yanaşırlarmış. Bilirmiş ki çok yaklaştığında canı çok yanacak.
‘Duvarlarınızı yıkın’ demiyorum, siz de birbirinizden bunu istemeyin ama o duvarlara el birliğiyle pencereler açın ve hayatı o pencerelerden birlikte izleyin.
Evliliğinizi yaşarken birbiriniz üzerinden hesaplar yapmayın. Hayatınızı haritasız ve hesapsız yaşayın. Birbirinizin sahibi değil yoldaşı olun.
Etrafa bakmadan yol alın.
Lütfen birbirinizin sahibi değil, yoldaşı olmaya çalışın.
Kulak verin birbirinizin söylediklerine, ne demek istediğini anlamaya çalışarak dinleyin birbirinizi. Lütfen birbirinizi dinleyin, birbirinizin yaşam alanını aşmayın.
Sınırlarınız olsun.
Sevgiden ödün vermeyin. Bilin ki sevgi kaybolur ama saygı gittiği an her şey biter. Saygı lütfen kalsın.
Her şey güzel olacak sözünü vermeyin, maalesef her şey güzel olmuyor. Her şey kötü olsa da ben senin yanındayım sözü daha kıymetli.
Ne de olsa ses, söz yankısını duymazsa kaybolur gider, insan da öyle.”