Öğrencilik dönemimde yönetim gurularının yazılarını okumayı çok severdim. Amerikalı yönetim bilimci ve danışman Peter Drucker o dönemde gurular arasında en beğendiğim yazardı. Yöneticileri, “söyledikleri ile değil yaptıkları ile değerlendirin” tavsiyesi her zaman kulağıma küpe olmuştur. Hatta Japon iş kültürüne dayandırarak “kişinin söylediği ile yaptığının aynı olması o kişinin namuslu olduğunu gösterir” yönündeki açıklamasını çok çarpıcı bulmuşumdur.
Yöneticilerin davranışlarını hep bu bakış ile izlemeye çalıştım. Maalesef tecrübelerim söylediğini yapan yönetici sayısının az olduğunu gösteriyor. Öyle ki kul hakkından dem vurup haksızlıklar yapan yöneticiler tanıdım. Liyakatten bahsedip kayırmacılık peşinde koşan idarecileri gördüm. Dürüstlükten ve güvenden bahsederken kâr için müşterilerini kandırmaktan çekinmeyen patronlar ile karşılaştım.
Ülkelere, sivil toplum kuruluşlarına, işletmelere yön veren ve rehberlik eden yöneticilerin bu durumda olmasını üzücü buluyorum. Lakin asıl endişe etmemiz gerekenin toplumun hemen her kesiminde benzeri davranışları sergileyenlerin çokluğu olduğunu düşünüyorum. Özellikle çıkarlar söz konusu olduğunda söylenilenler ile yapılanlar arasında farklılıklar gün yüzüne çıkıyor. Herhangi bir konuda çıkar ve ilke çatışması ortaya çıktığında kişiler öncesinde ne kadar ilkeli olduklarını söylerlerse söylesinler genellikle çıkar tarafında yer alıyorlar. Aslında Osmanlının önemli fikir ve devlet adamlarından Ziya Paşa, Drucker’dan yaklaşık yüz yıl önce “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diyerek bu durumu gayet açık bir biçimde ifade ediyor.
Ziya Paşa’yı, yakın geçmişte bana tebliğ yapmaya çalışan genç bir akademisyeni dinlemek zorunda kaldıkça hayırla anıyordum. Muhtemelen dışarıdan bakılınca tebliğe muhtaç birisi ya da kurtarılması gereken bir günahkâr gibi görüldüğüm için bir süre bu duruma maruz kaldım. İşin ilginç tarafı bana tebliğ yaptığını düşünen kişinin söyledikleri ile yaptıkları arasında dağlar kadar fark olmasıydı.
Kendisine durumu anlayabilmesi için Hanefi mezhebinin kurucusu olan İmam Ebu Hanefi’nin bal yediğinde hasta olan bir çocuğa bal yeme demek için kırk gün beklediği hikâyeyi anlatmak durumunda kalmıştım. Hikâyeye göre Ebu Hanife kendisi bal yemeği bıraktıktan ancak kırk gün sonra çocuğa nasihat etme hakkını kendisinde bulabilmiş. Sebebi sorulduğunda da kendisinin yapmadığı bir işi başkasına tavsiye etmenin ahlaki olmadığına inandığını söylemiş.
Söylenen ile yapılanın aynı olmamasının ahlaksızlık olarak kabul edilmesinin sebebi yalan ve aldatmaya kapı açmasından kaynaklanıyor. Kadim kültürlerin genelinde olduğu üzere kültürümüzde de yalan söylemek büyük günahlardan biri olarak görülüyor. Çünkü yalan söylendiğinde diğer insanların aldatılması, yanılgıya sürüklenmesi sağlanmış oluyor. Ayrıca yalan ve aldatma konusu sadece bu fiilleri işleyen kişilerle de sınırlı kalmıyor. Genellikle bu kişinin temsil ettiği değerler bütünü ve kurumlar da bu davranışın sorumlusu gibi algılanıyor. Belki de bu bakış açısı ile İslam peygamberi ‘bizi aldatan bizden değildir’ sözü ile konunun hafife alınamayacak ya da geçiştirilemeyecek kadar önemli olduğunu vurguluyor.
Kendimizi niçin erdemsiz ve güvenilmez kişi konumuna sokuyoruz? Elbette bu durumu açıklayabilecek gerekçeler üretebiliriz. Lakin neden ne olursa olsun bir insanın kendisini bu ağır ithamlar ile karşı karşıya bırakmasını anlamak kolay değil. Hâlbuki tasavvuf ehillerinden Bayezid-i Bistami’nin dediği gibi olduğumuz gibi görünmek ya da göründüğümüz gibi olmak ne kadar kolay. Ve de ne kadar özgürleştirici!
Eğer söylediklerimizi yapmıyorsak bir süreliğine kimseye tavsiye vermesek, vaatte ve tebliğde bulunmasak nasıl olurdu acaba? Bu durumda dilimiz sustuğu için kalbimizin sesini duyabilir miydik? Kalbimizi duyduğumuzda içinde iyilik olup olmadığını anlayabilir ve iyiliğin ağır basması için çalışabilir miydik? Kalbimiz iyilik için atınca önce davranışlarımız sonra sözlerimiz değişir miydi? Kalbimiz, halimiz ve sözümüz bir olunca erdemli bir insan olabilir miydik?
Galiba bir süreliğine susmadıkça bu sorulara cevap veremeyeceğiz. Dahası söylediklerimiz ile yaptıklarımız tutarlı olmadığı sürece Ziya Paşa, Peter Drucker ve daha niceleri tarafından eleştirilmeye devam edileceğiz.