Her şey baharda başlar baharda olur.
Gerçekten.
Zemheriyi atlattık ve bahar tüm bereketi, bolluğu, şifası, güzelliği ve enerjisiyle geldi. Çorak yerler yeşillendi, yeşiller çiçeklendi. Hangi tarafa dönsen Allah’tan bahar ne ekonomiyi, ne siyaseti iplemiyor, kendi kafasında ve görevinin bilincinde: İnsana umut vermek.
Her bahçede benzer manzara, tabi bu bahçe bazen gerçek anlamda bir bahçe, bazen balkonda birkaç saksı, yerini sevmiş bir yasemin, begonvil ya da hanımeli. Bahçeye bir bakıyorsun coşmuş, çiçekler sadece açmamış ama çoşarak neşeyle güneşe dönmüş.
Her şey ve herkeste bambaşka bir hareketlenme. Öyle bir çeşitlilik ki nereye bakacağını şaşırıyorsun ama bu şaşkınlık kaygı değil huzur veriyor.
Bahar, her yer de bir bayram. Nasıl olmasın? Ekonomide, iş hayatında, adalette, evde, sokakta… kısacası hayatın her alanında daralan, bunalan, gecesi gündüze, baharı kışa dönen bir insan için bahar mevsiminde doğa gerçekten bir şifa.
Güneşin başka ısıttığı ve ışıdığı bahar her zaman aşk, bereket ve güzelliğin sembolü olmuş ve olacak.
Onca karanlık içinde bir uyanış, iç ısıtıcı bir ışık, olmayacak gibi bir şey, bir mucize.
Karanlık demişken karanlıklar ülkesinde sonsuz hayatı birlikte aramaya çıktıkları Zülkarneyn’e suyun kaynağını bulduklarını söylemeden doğrudan sonsuz hayat suyundan içtikleri için hâlâ sağ olduklarına inanılan Hızır karada, İlyas ise denizde zor durumda kalan, dara düşene, yardıma muhtaç olana yetişirler derler. Rivayete göre, Hızır ve İlyas ara sıra bir gül ağacının dibinde buluşurlarmış ve bu buluşmayı duyan çiçekler işte zaman geldi dermiş ve önce yumurcuk, sonra tomurcuk sonrada tüm renkleriyle açarmış.
Mesela;
Bembeyaz ve narin yapraklarıyla aşkı olan menekşeyi görebilmek umuduyla karlar altından başını güç bela ama kararlı bir şekilde uzatan ama aşkı menekşeye kavuşamadan ömrü biten umudun ve gücün sembolü kardelen…
Şarkılara, tablolara, şiirlere, sanata, romanlara, tarihe, aşklara konu olan büyülü, baharın habercisi, üstündeki çiğe yıldırım düşmesiyle ortasında bu yanmadan az biraz siyah leke oluşan, kara sevdalısı Şirin için kendini çöllere vuran, döktüğü her göz yaşı damlası çölde ruhsal bir uyanışa, kırmızı bir birlikteliğe dönen, nakkaş Ferhat’ın Şirin’e kavuşabilme duasında biçimlenen çiçek Lale…
Ferhat’ı tanıyan Mevlana ne diyor (bilen değil tanıyan);
“Ey Gönül!
Cânına üflenen nefhayla yan da kavrul!
Amma lâle gibi ol ki,
hâlinden sadece “yâr” haberdâr olsun.”
Saflığın, masumiyetin, seviyor sevmiyor fallarının, başlangıçların, doğurganlığın, anneliğin, üç günlük ömründe aşkına duygularını dökemeyen kelebeğin en büyük aşkına tamda ölmek üzereyken seviyorum dediğinde ve öldüğünde işte o an üzüntüden çiçeklerini dökmeye başlayan papatya…
Yeniden doğumun simgesi, mis kokulu, doğa ressamının en şaheser tablosu sümbül…
Aşk çiçeği nergis…
…
İşin ilginç tarafı sadece bu topraklarda değil her coğrafyada bahar bambaşka bir hava…
Sümer’de çoban tanrısı Dumuzi göçtüğü yeraltı dünyasından 21 Mart’ta yeryüzüne çıkarak, aşk tanrıçası İnanna ile buluştuğu gün doğa canlanır ve bahar bayramı şenlikleri başlatılırmış.
Sevgilisini bekleyen, artık dönsün diye ona mesaj göndermek isteyen Ahinoa’nın kırmızı ve beyaz ipten örerek yaptığı küçük halkayı bir kırlangıcın bacağına bağlamasıyla başlayan, saflıkla gücün bir arada örüldüğü, kırmızıyla beyazın gün doğumundan hemen önce her evin kapı kilitlerine, meyve ağaçlarının dallarına ya da 1 martta koluna taktığı 25 martta ancak ve ancak bir leylek, kırlangıç ya da çiçeği açmış bir ağaç gördüğünde bileğinden çıkardığı marteniçka…
Baharda hiçbir şey olmasa da bir şeyler olmuş oluyor…
Nevruz, Hamursuz, Hıdırellez, Paganların Beltane, Ortodoksların Aya Yorgi, Katoliklerin St. George günü… Hz. İsa’nın dirilişine atfen rengârenk boyanan yumurtalar, evlerden yükselen çörek kokuları, tavşan figürünün her yere yayıldığı ve dokunmadan geçmek anlamında Paskalya … Firavun döneminden kalan, hasat dönemindeki esintiyi koklamak anlamına gelen Paskalyadakine benzer boyanmış yumurtaların üzerine dileklerin yazıldığı Sham el Nessim… Kutsal ruhları ve güçleri barındırdığına inanılan sakuranın açışının keyifle izlendiği, gökyüzüne kağıt fenerlerin salındığı Sakura bayramı…
Baharın başlangıcında ailelerle yenen “birlik” yemekleri…
Ama her bahar tatlı olmuyor işte:
Yine rivayete göre;
“Vakti zamanda küçük bir dağ köyünde anne baba ile iki çocuğu yaşarmış. Bu ailenin herkesi imrendirecek derecede neşe, mutluluk ve sevinç içerisinde dilekleri gerçekleşir her şey gönüllerince olurmuş. Oturdukları köyde gayet sevilen bu iki güzel çocuk büyümüşler. Günün birinde anneleri aniden rahatsızlanıp ölünce ailenin tüm neşesi, huzuru, mutluluğu üzüntüye çevirip yok olmuş. Bir müddet sonra evde aş pişirecek kimsesi olmadığı için babaları yeniden evlenmek zorunda kalmış. Üvey anneleri kısır olduğu ve de çocuğu olmadığı için çocukları hiç sevmez, onlara düşmanca davranırmış. Fırsat buldukça kötülük eder, elinden gelen her zulmü yapmaktan geri durmazmış.
Hele babaları evden çıkınca vay haline çocukların, onlara türlü türlü eziyetler eder rahat yüzü göstermezmiş. Çocukları gece gündüz çalıştırıp, döver ve kimseye anlatmamaları için de korkuturmuş. Zavallı çocuklar bütün bu kötülüklere rağmen yine de babaları üvey annelerinin yaptıklarına inanmaz diye çaresiz her eziyete katlanarak yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlar.
Babalarının yine evde olmadığı bir bahar günü, üvey anneleri iki kardeşe torba, bıçak ve kazma vererek, dağa kenger toplamaya göndermiş. İki kardeş sabah erkenden evden ayrılarak kenger toplamak için dağın yolunu tutmuşlar. Büyük olan bir bir topladığı kengerleri kardeşinin sırtında taşıdığı torbaya koyarmış ve böylece de hava kararmaya başlayıncaya kadar kenger toplamışlar. Artık köye dönmek üzereyken büyük, kardeşinin sırtında taşıdığı torbanın dolup dolmadığını anlamak için torbayı yere indirip bakmış ki ne görsün, torbada bir tek kenger yok.
Bu duruma şaşırmış “Sabahtan beri topladığımız kengerleri gizli gizli yedin değil mi? Biz şimdi eve nasıl döneriz? Üvey annemiz bizi öldürür” deyip çıkışmış kardeşine. Kardeşi ise “Hayır, bana yemem için verdiğin bir tek kengerin dışında yemin olsun ki yemedim!” demiş. Ancak büyük kardeşine bir türlü inandıramamış. Kardeşi “eğer hâlâ bana inanmıyorsan istersen karnımı aç da bak!” demiş. Büyük olan almış bıçağı karnını yarmış bakmış ki kendisinin verdiği bir kengerin dışında midesi bomboş kardeşinin, meğerse kengerleri o yememiş. Kardeşi doğru söylemiş.
Kardeşinin karnını dikmeye çalışmışsa da kardeşi oracıkta ölmüş. Gidip torbaya tekrar bakmış ki torbanın dibi delik ve sabahtan bu yana topladıkları kengerlerin döküldüğünü anlamış. Meğer üvey anneleri onlara (akşam kötülük etsin diye) dibi delik torbayı vermiş. Kardeşine inanmamakla hata yapıp onun ölümüne sebep olan büyük, bu acı ve vicdan azabıyla neye uğradığını şaşırmış ve orada bulunan pınarın suyuyla kardeşini yıkayıp ağlaya ağlaya gömüvermiş. Gömütün yeri belli olsun diye de başucuna bir fidan dikmiş. Kardeşine inanmamakla hata yapıp onun ölümüne sebep olan büyük, bu acı ve vicdan azabıyla Allah’a yalvarmaya, dua etmeye başlamış. “Allah’ım beni pepuk (guguk) kuşu yap bu dağlara sal ki dünya döndükçe dağlardan dağlara kardeşim diye seslenip durayım” demiş. O anda onun dileği kabul olmuş, genç kız o gece, pepuk kuşu olmuş ve gidip kardeşinin başucundaki ağaca konup hep kardeşi için seslenip durmuş. İşte o gün bu gündür büyük kardeş, pepuk kuşu olarak dağlarda oradan oraya dolaşarak, küçük kardeşini öldürdüğü için herkese kendini ihbar eder durur. Her bahar mevsimi kengerin yerden bitmesi ile beraber pepuk kuşunun acıklı ötüşü de başlarmış” (alıntı, bitlisname-pepukkusuefsanesi).
Her şey baharda başlar baharda olur.
Gerçekten.