Star Trek dizisi Amerika’da 1966 yılında, ülkemizde ise Uzay Yolu ismiyle 1972 senesinde yayına girmişti. Ben ise 1975 sonrasında diziyi idrak etmeye başlamıştım. O zamanlar en ilginç tarafı teknolojik farklılıklarıydı.
O yıllarda manyetolu telefonları kullanıyorduk. Kolu hızlıca çevirerek enerji üretir, akım karşı taraftaki zili harekete geçirir ve santral görevlisi ahizeyi kaldırarak sipariş alırcasına sorular sorardı.
“Normal mı? Yıldırım mı?”
Bütçeye göre beklemeye başlardık. Özellikle akşam saatleri tercih edilirdi. Birkaç saat sonra karşı taraf evde ise görüşülür, yok ise vay geçen zamana...
Telefon torpilli ya da uzun yıllar öncesinden sıraya girmiş evlerde olurdu. Olmayan hanelerdeyse kutuda yer yok cevabı ile karşılaşırdı.
O yıllarda Uzay Yolu dizisindeki kapaklı telefonları şaşkınlıkla izlerdik. Kaptan telefonu tak diye açar ve Mr. Spark ile konuşurdu. Arada ne operatör ne kablo ne kutu ne de tuş vardı. Hatta en ilginciyse duvardaki parlak yüzeye sorular sorulur, sonrasında ayna cevap verirdi.
Gördüklerimize yok artık diyorduk. Bizler ise yedi cücelerde “söyle ayna bu dünyada en güzel kim” şeklinde suallerimize cevap ararken elin oğlu uzayda ayna ile sohbet ediyordu.
1969 senesinde Osaka Teknoloji Fuarına gelenler görüntülü telefonlarla “Moshi Moshi” diyerek ahizeyi kaldırırken, bizler ise 90’lı yıllarda cep telefonlarıyla tanışmıştık.
Günümüzde süreç kar topu misali katlanarak büyürken teknolojik yenilikler yaşantımıza kolaylık ve konfor sağlıyor. Ancak dünya nüfusu 8 milyarı aşarken yalnızlaşan ruhumuza ekranda yer bulmaya çalışıyoruz.
Son 20 yıldır ekranın içinde yaşar olduk. Sürekli bakma, başkalarını takip etme, hoşlananları görme sevdasıyla hayattaki gayemizi unutur olduk. Hatta daha acısıysa bakar kör olmaya giden süreçleri yaşıyoruz. Ekrana bakmadığımız zaman konsantrasyonumuzu sağlayamıyoruz. Sürekli baktığımızdaysa verim ve zaman kaybı yaşanıyor.
Geçenlerde genç bir arkadaş, kafasında şnorkol ayağında palet ve poşetlenmiş telefonu ile merdivenden denize girmek üzere iken mesajlaşmaya başladı. Sudan çıkmayı bekleyenler dalgalar ile boğuşurken denize girecekler arkasında sıralanmıştı.
Genç, çevresinde olup bitenleri algılayamıyordu. Odak noktası ekran ve parmak hareketleriydi.
Bir diğeri ise, kuş bakışı 2 km ötedeki evinden işyerine navigasyon vasıtasıyla geliyordu. Kendisini mavi bir nokta olarak tanımlıyor gözü ekranda ayakları ise ritmik hareket ediyordu. Beyni ise organların akışının yönlendirmesini sağlıyor. Düşünme, idrak ve sorgulama yetilerini kaybetmiş vaziyette mavi noktacıklar şeklinde yolunu buluyordu.
Parlak yüzey bizleri yörüngesine öylesine hapsediyor ki dijital oyunlar vasıtasıyla günlerce masadan kalkamıyoruz.
Futbol maçları esnasında kendimizi oyuncu, antrenör hatta kulüp başkanı formatında 90 dakika boyunca hop oturup hop kalkarak adeta saha kenarında oyunu yönetiyor, direktif verip duvara yastık fırlatıyoruz. Şükür ki tribünde değiliz, elimizde olsa sahaya ineceğiz.
Elimizdeki teknoloji konforlu bir yaşam sunar iken bizi davranış ve hassasiyetlerimizden uzaklaştırıyor.
Hattı zatında görsel baronları, önümüzdeki süreçleri öylesine güzel hazırlıyorlar ki kötülükleri kanıksamaya başladık.
On binler ölür iken yalnızca camın gerisinden seyrederek çetele tutuyoruz.
Gerçeklerin yerine düzenin vermek istediği öğretiliyor. Yapay zekanın manipülasyonları içerisinde kayboluyoruz.
Ekransız yaşayamaz olduk. En iyi arkadaşım oldu. Ona bakarak uyuyor, bakarak uyanıyorum.
Gün boyu hayali gelişmeleri, görselleri takip ediyor, vaktimi onunla kontrol ediyorum. Öğrenmek istediklerimi yalnızca ona soruyorum.
En iyi sırdaşım oldu, özelimi onunla paylaşıyorum. İletişimi onun vasıtasıyla yapıyorum, benimle her yere geliyor. Benden tek isteği enerji ve gigabayt.
Ne acıkıyor ne de mızmızlanıyor.
En iyi dostlarım, yerlerini parlak emoloid ekranlara bırakır iken yakında koluma chip kafama sanal gözlük takacaklarmış.
Bundan böyle 0+1 yüksek kafesimde nefes alacağım analog hayata doğru evriliyorum.