Bir vakitler Kurban Bayramı geldiğinde aylar öncesinden hummalı bir çalışma başlardı.
Küçük baş hayvanları alır, evlerin bahçesinde beslerdik. Onlarla oyunlar oynayarak bir
dönem geçirirdik.
Bir yaz tatilinde taşrada olmamızın avantajıyla komşuların kurbanlıkları dahil 7 hayvana
çobanlık yaptığım günlerde belirli saatlerde onları çıkartıp otlatırdım. Su birikintilerine,
çeşme başlarına götürürdüm. Akşam üzeri sahiplerine teslim ederdim.
Küçük yaşlarda farkında olmadan sorumluluk takip görev bilincimiz gelişiyordu. Hatta
ülkemin en ünlü çobanı Ispartalı ile kendimi özdeştirirdim.
Doğal süreçleri birebir tatbik ediyorduk. Yaşayarak eğitimin en değerli olduğunu
şimdilerde daha iyi anladım.
İleriki yıllarda kendimi çok sorguladım. Beslediğim iki ay baktığım bu canlının
kesilmesine neden engel olmadım veya bu işlem sırasında travma kelimesinin arkasında
bir yığın sebep yaratarak vejetaryen olmadım vs vs. Belki de acılardan beslenmiyorduk.
Çocuklarımıza travma yaşatmayalım diye diye onlara fanuslu kafeslerden tahtlar
yapıyoruz.
O zamanlar klavye ile ekran içinde hayvan besleme ve çiftlik oyunları yoktu.
İlk 90’lı yılların başında Japonya’dan yayılan bu icat ekran üzerinden beslenen kedi,
köpek, tavşan vs hayvan türlerinin yetiştirilmeye başlanmasıyla, insanları etkileyen bir
furyaya dönüşmesiyle dünyamızı bir avuç ekran içine sığdırarak canlıları artık
avucumuzun içerisinde besliyorduk.
Bizler de bir süre sonra kendimizi ekranın içerisine esir etmeye başladık. Sosyal medya
üzerinden veya oyunlardaki karakterler ile kendimizi ifade etmeye başladık.
Şimdilerdeki gibi sanal emojiler, hayal ürünü yaratıklar veya duvarların içerisinde
yazılan çizilen benzetmelerin dünyası yoktu.
Tüm canlılar yürüyerek büyürdü. Onlara organik vs sıfatlar takılmazdı.
Oyunlarımızdaki kahramanlar yaşamın içinden, tarihte iz bırakmış kişiler veya masallar
yoluyla nesilden nesile aktarılan hikâyelerden oluşuyordu.
Akşam gezmelerinde üst komşu alt komşu yan apartmandaki “gillere" gidiver müsait
iseler çaya geliyoruz denirdi.
Kurban vakti kimin kesip kesmediği belli olurdu. Kısmet olmayanlara bir tabak içinde
paylaşımda bulunurduk. Tabaklar boş dönmezdi aynı nezaket içerisinde dolu gider dolu
gelirdi. Buna karınca kararınca derdik. O tarihte koy poşete ver gitsin atsın poşeti çöpe
yaklaşımı olmadığından olsa gerek tabaklar dolu, gözlerde mutlu bir gülümseme ifadesi
olurdu. Kurban etini teslim alan evlatlarına taze kavurma yapmanın mutluluğu
içerisinde mutfağa yönelirdi. Tabağı boş gelmeyen ailenin çocukları da tatlıları
götürmeye başlarlardı.
Kar topu misali iyilik iyilik üzerine büyüyor ve bayramı tarih olarak değil de bir gelenek
bir paylaşım bir dokunuş bir iyilik dünyası olarak yaşıyorduk.
Şimdilerde gökyüzüne yükselen betonların içerisinde hepimizin kapısı, camı aynı
duvarların içerisindeki yayınlarda birbirinin benzeri hatta tüketim toplumunda etiketine
bakmadığın veya üzerindeki yazıdan okumadığın sürece fiyat farkını anlayamayacağız
bir giyim dünyasında yaşamaktayız.
“Akıllı avuç prangalarımıza” kendimizi teslim ettiğimiz bu dönemde Allah rızası için
hayrını paylaşacağımız kimseleri bulamıyoruz.
Eskiden evin bahçesinde kurbanlık olurdu... Bilirdik kime ne pay verileceğini.
Şimdilerde
Kurbanlık yok,
Kasap yok,
Komşu tatilde,
İhtiyaç sahibi açığa vurmuyor,
Göremiyoruz,
Ulaşamıyoruz,
Kurbanlık mezbahada !
Kurbanlık Afrika'da !
Varlığın içinde yokluk edebiyatından besleniyoruz.
İster iyilik, ister ritüel isterde de inancımız gereği diyelim, her durumda aydınlığın ve
varlığın içinde özü hissedemeden yaşamaya çalışıyoruz.