Muhtacız ve dahi çok aciziz. Farkındayız veya değiliz ama öyleyiz.
Bir ömür kendimize yetebildiğimizi iddia eder dururuz.
Halbuki hep yetersiziz hep muhtacız daima aciziz.
İçimizde karamuk denen bir kara noktamız benlik denen bir karanlığımız var ki muhtaçlığımızı bir ömür hissettirmeden bize bir özerklik tanımlar.
Ve o özerkliğe kavuşmak için çabalayıp dururuz.
İlk yetersizliğimiz anne karnındaki dokuz ay on günlük ekmek elden su gölden halimizdir ki hiç farkında değiliz.
Sadece zaman geçtikçe yerimizin daraldığını hisseder etrafı tekmeleyip dururuz.
Bir an önce o dar boğazdan kurtulup daha ferah bir mekâna geçmek isteriz.
Çoğu zaman suyun içinde mışıl mışıl uyuyarak bizi sarmalayan o incecik zarın kabı olan anne rahminin sıcaklığının farkına varmadan gelişimimizi kendimizin sağladığını zannedip annemizde dışarıya doğru egomuzun somutlaşması gibi bir çıkıntı oluştururuz.
Ve bir gün ağlayarak o dar boğazdan çıkarız ve daracık yerdeki suyun havuzunda boğulmadan. Hemen sarıp sarmalarlar bizi üşümeyelim diye.
Ve gerçekten aciziz, muhtacız bir de çok yabancıyız bu yere.
Uzun zaman altımızı temizler, üstümüzü giydirir, yemeğimizi yedirirler.
Hatta uyumamız için durmadan bir şeyler söylerler.
Ve durmadan ağlıyoruz çünkü aciziz her ne kadar aczimizde kuvvet varsa da korkumuz da var.
Ya kuvvetimiz kaybolur yalnız başımıza kalırsak.
Aldığımız bu hizmetlerden mahrum olursak.
Etrafımızdakiler bizi terk ederse kendi kendimize yetebilecek miyiz!
İşte sürekli onun için ağlarız.
Gün geçtikçe ağlayışımız anlamlılığını yitirir.
Acizliğimiz semtimizden uzaklaşıverir.
İsteyerek ve istemeyerek oldum demeye başlarız.
Özerkliğe adımlarımızı atmış oluruz.
Gün geçer ömür sermayesi biter.
Kum saatindeki taneler dökülüverir diğer tarafa.
Ya biz hep yukarı tarafta kalanları sonsuzmuş gibi görürüz.
Gençlik ve olgun halimizde kum saatindeki kumların bitmeyeceğini düşünerek zıpırlıklarımıza, çolpalıklarımıza, aymazlıklarımıza devam eder dururuz.
Aslında her gün öbür tarafa düşen kum taneleri gibi parça parça ölürüz.
Bu hayattan kopar öteki hayata yığılırız.
Bunun pek farkında olmayız.
Ne büyük mutluluktur kendine yetmek diyorlar ya aslında yeterliliğimiz yetersizliğimizdir.
Bunu en az hissettiğimiz ömür devrimiz gençliğimiz ve olgunluğumuzdur.
Hatta bu dönemdeki yeterliliğimizin bize yaşattığı vehmi iktidar ve geçici denetlenemez arzular çok putlar kırmaya çok hakikatler devirmeye birçok güzellikleri perdelemeye dahi sebep olur.
Sonra şairin feryadı semamızda vuku bulur.
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Düştüğümüz yerden ve ilk darbeyi aldığımız hayattan intikam alırcasına daha fazla kendimize yettiğimizi daha çok muktedir olduğumuzu ispatlarcasına yaşamın basamaklarında yükselmek isteriz.
Ardımıza bakmadan koşarız ileriye doğru.
İleriyi görmek istemezcesine de ana saplanırız.
Bütün yatırımımızı benliğimize ve dahi o benlikten bahsedenlerin övgülerine yaparız.
O kadar çok kendimize yettiğimizden eminiz ki aynanın karşısına geçmeye dahi tenezzül etmeyiz. Bize ayna tutanlara öfkeleniriz.
Aczimizin ve korkumuzun sanki kaybolduğunu vehmederiz.
Herkesin bizi konuştuğunu zannettiğimiz bir gün övgünün yüzümüzdeki yansımasını gururla görmek istercesine ama korkarak aynanın karşısına geçeriz.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Diyerek hayatın içindeki feryatlarımızdan birini aleme ilan etmiş oluruz.
İnişe doğru yöneldiğimizi fark ederiz ama kabul etmeyiz.
Direniriz ve sıkıca tutunuruz hayatın içindeki kendimize ve vehmi benliğimize.
Zamana kafa tutarız. Dehri kötüleriz. Ömrün artık çok hızlı geçtiğini dilimize dolarız.
Baş kaldırırız hayatın bizden alıp götürdüklerine.
Ta ki şairin feryadı yeniden semamızda yansıyana kadar.
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim:
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Sonra filmi tekrar başa sarmak kendimize yettiğimizi yeniden ortaya koymak isteriz.
Bazen teneşir paklayacak kadar azarız.
İmkânlarımızın yeterliliğimizin kanıtı olduğunu zannedercesine maskaralıklar ve komiklikler ikliminde açan taze bir çiçek olmak isterken ne çok pörsüdüğümüzü aleme ilan ederiz.
Yaşayacağımız her yeni baharın bir sonbahar hatta kışın zemherisine yakın bir son bahar olduğunu anlamak istemeyiz. Bir bilsek;
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Hayattan çok yaş aldığımızı yavaş yavaş kabul ederiz.
Ama hayatın bu olmaması gerektiğine de itiraz ederiz.
Başlarız şikâyet etmeye.
Ne imkânlarımız mutluluk verir bize ne iktidarımızın yelpazesi.
Hatta bu yelpazeyi yelleyecek iktidarı dahi kaybederiz. Korkumuz aczimizin yelesi olur. Aczimiz de korkumuzun gecesi. Fark ettiğimiz şeyler ise bize hakikatin bütün çıplaklığı olarak semamızda yankılanmaya başlar.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.
Ne çok isterim ömrünün bu en muhtaç devrinde insanın kendine yetebilmesini.
Galiba en onurlu yaşamın yegâne şartı bu dönemde kendine yetebilmek kendine yetebilmediği anda ömrünü tamamlayabilmektir.
İkinci çocukluk dönemimizin birincisinden en ayırt edici tarafı kum saatinin aşağı tarafında duran bütün yaşanmışlıkların varlığıdır.
Hele yaş çok ilerlemişse her gün bir eziyet her gece bir dert yığını olur.
Ve ölüm hayatın imdadına koşar. İnsan bir nefes alır. Ve bu son nefestir.
N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.
Bu defa biz sessiziz ağlayanlar bizi sarmalayıp saranlardır. Artık ne altımız temizlenir ne üstümüz giydirilir ne de yemeğimiz yedirilir.
Bütün olumsuzluklardan olduğu gibi yaşlılığın yetersizliğinden ve muhtaçlığının verdiği zahmetli ve çileli yaşamdan Rabbim sana sığınıyorum.