Bizim , Mekong’un üzerinde üç gün sürecek yolculuğumuz Huay Xai’den başladı. Önce biraz bekleyin dediler, sonra bir görevlinin önünde sıraya girmemizi istediler.
‘Acenta voucher’larımızı göstererek, ‘slow boat’ için işlemlerimizi yaptırdık.
İskeleye giderken yol boyunca yiyecek satanlardan, gün boyu teknede yiyip içmek için bir şeyler satın aldık. Ve teknemize bindik.
Tekne, nehirde rahat yol alabilmesi için ince uzun bir formda ama önü ve arkası, gondol formunda kalkık. Ortada bir koridor, koridorun iki yanında otobüs koltuklarından devşirme, ikişer adet koltuk var, tekne 25-30 metre uzunluğunda, üstü kapalı, yanları açık. Koyu renk perdeleri isteyen güneşten korunmak için kapatıyor, isteyen açıp nehri seyrediyor. Önünde yüksekçe bir platformda teknenin kaptanı var, önünde de dümeni. Arka tarafta, teknenin kocaman ve gürültüyle çalışan motoru var, anlaşılacağı gibi arka tarafta motorun gürültüsü çok.
İçeride 70-80 kişi vardır diye düşündüm, ama üç gün boyunca hiçbir zaman sayamadım, çünkü hiç kimse yerine oturmuyordu. Herkes cipsleri, atıştırmalıklarıyla ayakta, oradan oraya sohbet edip, gülüşüp eğlenip duruyorlardı. İncir çekirdeğini doldurmayan; “Sen nerelisin? Nereleri gezdin? Vietnam’a, Hang Song Doong’a gittin mi? Gitmediysen çok şey kaçırmışsın” gibi kendi gezi egolarını tatmin ettikleri gürültülü muhabbetlerinin üzerine bir de teknenin arkasından gelen motor sesi eklenince, yanımızdan hiç eksik etmediğimiz kulak tıkaçlarımızı hemen taktık ve heyecanla Mekong üzerinde süzülüp giderken manzarayı seyre daldık. Arada gürültücü komşularımızla da ilgileniyorduk tabii, bize de bir şeyler soruyorlardı hızlarını alamayıp, önce kulak tıkaçlarımızı çıkarıyorduk, sonra, “sorry” deyip, soruyu tekrarlatıyorduk. Kulak tıkaçlarımızı görünce çok gülüyorlardı, “haklısınız çok gürültü ediyoruz” deyince, biz de “bizim için problem yok, sizi duymuyoruz, keyfinize bakın” diyorduk. Biraz sohbet edip, yine kulak tıkaçlarımızı takıp gülüşüyorduk.
Yol boyunca, en çok kıyıda yüzen çocukları gördük. Bizim bindiğimiz büyüklükteki tekneleri bazen özel olarak da kiralıyorlar; bizimki kişi başı 30 dolar, onlarınki kişi başı 150 dolar. Onlar bir iki yerde kıyıya yanaşıp çocuklara şeker veriyorlar, elişlerini satmaya gelen kadınlardan hediyelik eşyalar alıyorlar, sattıkları meyveleri alıyorlar. Kıyı boyunca, çoluk çocuk herkes yanaşacak özel tekneleri bekliyor. Sömürgecilik edasıyla, o köylülere yaklaşıp 15-20 dakika geçirmenin ne anlamı var diye düşünesi geliyor insanın, hem bizim teknemizde kıyı boyunca yaşayan köylüler de seyahat ediyor. Kaptan bazı yerlerde o, upuzun teknesini hızlı bir geri manevrayla, dümdüz kayalıklara yanaştırıp yolcu indirip bindiriyordu.
Bu köylerin karadan bağlantısı ya yok ya da çok zor yolları var. Nehir onların ulaşımını sağlıyor. Hele bu sulu rota, backpackerların çok kullandığı bir rota olunca, onların da ulaşımları rahatlamış. Koca Mekong’un üzerinde giden, dönen bir sürü tekne var. Ellerinde beyaz bir bez parçası sallıyorsa, “kaptan binecek var” demek. Önce, kaptan görmemiş gibi davranıyor, hatta ben oturduğum yerden, kızıyorum kaptana, niye almıyor diye. Sonra bir anda motoru tornistan yapıyor ve geri geri yanaşarak, elinde beyaz bezi sallayan yolcuyu alıveriyor.
Üç gün boyunca, teknenin önünde ‘Haier’ marka bir buzdolabı vardı, kutusu açılmamış, onu merak edip durdum. İkinci gün öğlene doğru, uzun teknemiz yine tornistan yaparak kıyıya yanaştı. Kıyıdan iki adam bindi tekneye, o buzdolabını diğerinin yardımıyla birisi sırtına yüklendi, indirdiler tekneden, kıyıdan yukarılara doğru götürdüler, köyleri neredeyse artık? Bizim teknemiz, kargo hizmeti de veriyormuş meğersem.
Üzerinde akıp gittiğimiz Mekong nehri, Çin’in Yunnan sınır eyaletinden doğuyor. Thailand, Laos, Kamboçya ve sonunda Vietnam’ın güneyinden, Güney Çin Denizi’ne dökülüyor. Geçtiği bölgelerde ekonomiye, iklime, faunasına, florasına zenginlikler katarak akıp gidiyor. Fakir Laos’un nehir kenarındaki fakir köylerine de suyu değiyor. Köylerde, bu zor ulaşım şartlarıyla; en az bir kişinin üniversite okuması için yardım toplanırmış. Bir kişi okusun da gerektiğinde köye faydası olsun diye.
Nehir kenarında yüzen çocuklardan başka en çok mandaları gördük, o zor doğa şartlarında tarla sürmek, taşıma yapmak için belli ki bu güçlü kuvvetli hayvanları kullanıyorlar.
Serinlemek için de Mekong Nehri’nin içerlek sığ sularına bırakıyorlardı kendilerini. Biz Laos’un Luang Prabang kentine doğru nehirde yol alırken, bazı teknelerde, bizim tersimize Luang Prabang’dan başlayıp, Huay Xai’ye doğru yol alıyorlardı, nehir akıntısının tersine yol alarak.
Üç dört kişilik sürat tekneleri de vardı nehirde, yanımızdan fişek gibi geçip gidiyorlardı. Bizim üç güne yakın aldığımız yolu onlar yedi sekiz saatte alıyorlarmış. Bizim teknenin adının ‘slow boat’ olması boşu boşuna değil.
Hızlı teknelerin bazıları yolcu taşıyordu, bazıları da tropikal meyveler taşıyorlardı. Hızla bir yerlere yetiştiriyorlardı meyveleri.
Nehrin bir yanı Tayland, bir yanı Laos olarak kilometrelerce akıp gidiyorduk.
Bir Tayland köyüne yanaşıp yolcu alıyorduk, bir Laos köyüne. Köylülerin gümrük, pasaport işlemlerini hiç düşünmeyelim? Köylüler kendi işlerini kendileri hallediyorlardı sanırım? Nasıl mı? Orası muamma…
Akşama doğru, gece konaklayacağımız Pak Beng’e ulaştık, artık Mekong, Laos topraklarından akıyor. Tayland topraklarını bırakalı çok oldu.