Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Kayıp Yıllarım

Kayıp Yıllarım

Yarım asrı aşan ömrün bana ıstırap veren, mahzun eden kayıp yıllarını düşündükçe kalbim çok yoruluyor. Yorgun bir kalbin de yaşama ritmi hayata dair pratikleri gittikçe yavaşlar. Umarım bu kaybın oluşturduğu boşluk kainatım içinde yegâne değerli varlığım olan imanımın şifasıyla akl-ı selim ve kalb-i selimde kalarak kaçan uykularım kaybolan arzularımla sınırlı kalır. 

Kendimi bildim bileli kayıp yılların ıstırabını derin yalnızlık kimsesiz kalmış bir insanlık suçu gibi yaşayıp durdum. Elimden geleni yap(a)madığımı fikrettikçe yalnızlığım artıyor mahcubiyetim tarif edilemez bir noktaya varıyor. Karınca kadar cesur olamadığımı hissediyorum. Tarafımı belli edecek bir yaşam sergileme cesaretinde karıncanın asaletini ortaya koyamamanın utancı başımı önüme eğiyor. Yüzümdeki utanç duyguları boncuk boncuk terler olarak başımdan aşağıya dökülen bir kaynar su gibi vücudumu bir sıtmanın ıstırabında işkenceye alıyor.

Kayıp yıllarımın ilkinde bir çocuktum. Sene 1980’di. Sokakta, evimizin önünde bütün caddelerde cemseler dolaşıyordu. Beyaz arabalara doldurulan insanların arkasında büyük bir elem ve korkuyla bakan büyüklerimizin ağzını bıçak açmıyordu. Zorla öğrendiğim çocukluğumun en acı hatırası olan tek ifade ise “gidenler gelmez”di.

Çocuktum. Bu cümlenin ne anlama geldiğini anlamam için yılların geçmesi lazım değildi. Bir müddet sonra gidenlerin ya cenazeleri gelmişti ya gelenlerin o gidenler olduğuna inanmanın imkânsız olduğu canlı cenazeler sahiplerine teslim edilmişti ya da hiçbir haber alınamadan zindanlarda heder olup gitmişlerdi götürülenler. Bilincime adı darbe olarak kazılan bu insan öğütme mekanizmasının ne kadar vahşet yüklü, insanlık dışı toplu bir kıyım, yıllarca unutulmayacak bir dert küpü olduğunu anlamıştım. Elimden bir şey gelmiyordu. Hiçbir şey olmamış gibi tekrar sokağa çıkıp oynamak istiyordum. Maatteessüf sokak çok soğuk ben de çok ürkektim artık. İlk kayıp yıllarım bilincime öyle yerleşti ki masum çocukluğa bir daha dönemedim.

Bu kayıp yıllarımın üzerinden daha iki yıl geçmemişti ki yanı başımızda büyük bir katliam gerçekleşmişti. Yıllardır devam eden despotik rejimin baskısına direnen on binlerce Müslüman Kardeşlerimizin nasıl hunharca katledildikleri dalga dalga acımızın üzerine acı taşıyordu. Biz göz yaşı döküyorduk onlar için. O güzelim hayaller ve medeniyetler şehirleri Hama, Humus, Halep, Şam uzun yıllar üzerlerinden çıkaramayacakları matem kıyafetini giyiyorlardı. Halepçe katliamı ise acıların en büyüklerinden birisi arasına giriyordu. Bu yıllar sadece acı üretiyordu.

Acılarımla beraber büyüyordum. Bu acılarımın ve kayıp yıllarımın ilki olan 1980 senesi ardı kesilmeyecek kayıpların da başlangıcıydı. Gülemiyordum. Ağlayamıyordum da. Utancım ağlamaya izin vermiyordu. Müslüman coğrafyasının merhamet ve adaletten yoksun perişan acınacak hali utancımı artırıyordu. Demokrasi safsata ve batıklığındaki çırpınışların bana yaşattığı kayıp oluşturduğu boşluk her geçen gün büyüyordu. Şeriat namına yapılanların da şeriatın ruhuna tamamen aykırı olması bir tereddütün adamı gibi ortada kalmama sebep oluyordu. İran-Irak savaşının matemi silah tüccarlarının elinde oyuncak olan bu devlet yönetimlerinin halklarının ne büyük bir düşmanı olduğunu bana dikte etmesi ise yüreğimin kârı olmayan bir elemdi.

Yıllar sonra bedenen gürbüz bir delikanlı olmuş serilip serpilmiştim. Aynanın karşısına geçip hep kendime bakmak istiyordum. Hatta çoğu zaman bu sevdayla aynayı ve tarağı cebimde taşıyordum. Lakin ruhen ve hissen çok kayıp yaşamıştım. Muhtemelen bir defa dahi o aynaya bakıp tarağı saçlarıma daldırma cesaretini kendimde bulamadım. Çok acımız vardı. Kayıplarımızın oluşturduğu boşluk doldurulamıyordu.

Büyüdükçe bilincim acıya daha duyarlı oluyordu. Bu beni mutlu ediyordu. Zulme karşı dur diyebilme cesaretini içten içe dokuyan bir iktidarım oluşuyordu. Belki barikatlarda çarpışmayacaktım ancak kötülüğün bunca cesaretine karşı içimdeki iyiliğin de bir cesaret cevherinin varlığının farkına varacaktım. Yaşadığım her acı ve kayıp zamanlarım kamçım olmuştu. Daha özerkliğimi kazanmamıştım ama bu yolda çok mesafe almıştım.

Yirmi yaşını doldurmuş bir delikanlıydım dedim ya artık dünyayı kurtarabilirdim. Her türlü kötülüğe karşı koyabilir kayıp yıllarıma son verebilirdim. Nerede o cesaret bende! Çünkü devlet ebet müebbet anlayışıyla öyle bir korku bataklığına saplanmıştım ki örneğin protest davrandığımda sanki her şeyimi kaybedecektim. Her zulme karşı çıkışım sonum olacaktı. Her adalet talep edişim bir ütopya kalacak etrafı kaotik bir fitne alacaktı. Hele öteki denilenlerin maruz kaldıkları zulme karşı koymak büyük bir ihanet gibi bilincime işlenmişti. Böyle bir tavır reddime her imkândan mahrumiyetime sebep olacaktı. Korkuyordum. Üşüyordum. Susuyordum. Ama kanı deli akan biriydim. Bunlar neden başıma geliyordu. Hayır hayır ben bu utancı yaşayamam derken hayatımın en büyük kayıp yıllarından bir kısmının bu gençlik dönemime denk gelmesi utancımın en elemli hadisesidir.

Evet cennetlerden yeryüzüne bir aks-i ilahi olan, insanları bir içim su gibi nezaket ve saadet abidesi kalan Bosnamın bağrına ateş düşmüştü bu yıllar. Kötülük bu defa o güzel coğrafyada sahneye çıkarak iyiliği esaret altına almaya başlamıştı. Batının şuursuz asi çocukları İslam’ın masum ve savunmasız evlatlarının harimine girmiş bütün kutsallarını ayaklar altına almışlardı. Yüzyıllarca dost ve kardeşçe yaşayan; aynı milliyetten farklı dinlerden olan bu insanlar birbirlerini boğazlıyorlardı. İnsanlığın vahşi yüzü olan batı kendi dindaşlarını pervasızca ve kin kusarcasına destekleyerek Müslüman Boşnak kardeşlerimi en büyük acıyla soykırıma uğratıp insanlığın tarifi mümkün olmayan büyük ayıbını işliyordu. Ve yıllar sonra uğradığım Srebrenitsa’da kaybettiğim yılların boşluğunu ve utancını bütün o binlerce şehidin karşısında yerin dibine girercesine bir çaresizlikle, başımı gövdemin üzerinde taşıdığımın farkında dahi olmadığım büyük bir elemle yaşadım. Yaklaşık dokuz bin şehidin huzurunda geç kalmışlığın verdiği utancın ezikliğiyle dilim lal oldu ayaklarım da yürüyemez.

Gerçekten kalbim yorulmuştu. Bu kayıp yılların telafisi nasıl olacaktı. İnsanlık bu ayıbın özrünü ancak bir daha böyle bir ayıbı işlemeyerek bir nebze de olsa telafi edip affını isteyebilecekti.  Ama benim ümidim kalmamıştı. Bu kadar aymaz ve arsız bir insanlığın umarsızlığı ve denetlenemeyen arzularının çılgınca karşılık bulacağı bir zaman diliminde her şeyi olağan bulup her yıkımı meşru görüp normalleştirebilirdi. En acısı da kibrin karamuklarında bilinçsizce dolaşan ve kendini farklı görerek yaşadığı bütün acıları unutup hiç acı yaşamamış gibi istila ve istimlakle başkalarının hududuna tecavüz eden zihniyet yüz yıllardır bu huyundan vazgeçmemişti. Zulme uğradıklarının aksine kendisine kucak açanlara vahşice soykırım yapmış zehrini hep masumların saf kanlarına karıştırmıştı. Bu habis ruh yine iş başındaydı. Geçmişte başına hiçbir şey gelmemiş gibi tecavüze ve tahribe, yıkıma ve istilaya hatta soykırıma ve gaspa yatkın ruhuyla terörize olmaya çoktan başlamıştı.

Kayıp yıllarımın artmasını aklım kabul etmezken kalbim de yeni geleceklere yer açmamak için var gücüyle direniyordu. Hakikaten o da yorulmuş en azından yeni dünya düzeninde bu kayıp yılların herkes tarafından bilinip telafisi için çaba sarf edileceğini ara sıra düşünerek ritmini kaybetmek istemiyordu.

İşte ne olduysa bundan sadece iki sene önce oldu diyemeyeceğim. Çünkü bu sıtma, vücuda zerk edilen bu zehir, lanetli bu hal yüz yıldan önce başlamıştı. Yıllar ilerledikçe o kutsal beldenin bağrında bir kanser hücresi gibi hem de metastaz olmuş en kötü tipik bir kanser gibi yayılım gösteriyordu. Vücut kendi imkânlarıyla direndikçe o daha çılgın ve histerik bir hal alıp bütün tahrip ediciliğini vücudun her tarafına yayıyordu. Lakin vücut sağlamdı, antikorları kuvvetli ve ilkel de olsa kendi içinde sıkı bir yardımlaşması vardı. Vücudun bu saf ve doğal hali öyle dirençli oluyordu ki dünyanın en iğrenç bu kanser mikrobunu çılgına çeviriyordu.

Mikrobun tahrip ediciliği artıkça iğrençliği de ortaya çıkıyordu. Bütün saf ve samimi vücutlar ondan iğreniyordu lakin çoğu savunmasız kalıyordu. Sadece ona yuvalık eden veya onun mikropluğundan istifade ederek kendi mikropluğuna sağlıklılık süsü veren diğer mikroplar ondan uzaklaşamıyordu.

7 Ekim’den buyana o iğrenç siyon mikrop artık nazlı Gazze’min bütün vücudunu hunharca ve her türlü insani duygudan mahrumca yok etmeye başlamıştı.

Bu iki yılı ömrümün en kayıp yılları sayıyorum. Ve kalbim öyle yoruldu ki her an ritimsiz hale gelebilir. Ve ben bu utançla Rabbimin önüne nasıl çıkarım?.. Gazze ile ilgili soracağı hiçbir soruya cevap veremem ki. Mahcubiyetin elemi beni yıllarca arafta bırakabilir. Sınıfta kaldım diyemem bilakis insanlık sınıfından düştüm. Hayvan kalacak canlılık sıfatını dahi kendimde bulamam huzurda.

Gazze’min nazenin vücudunda en tahrip edici bir şekilde parçalar koparan o mikrobun def’i için bu iki sene zarfında ne yaptım?

On binlerce masum parça o vücuttan vahşice koparıldıkça keyfime devam ettim. Hayatımın zevkini ve lezzetini hiç terk etmedim. Senin huzuruna nasıl çıkayım ey Rabbim?..

Kayıp yıllarım yok artık benim çünkü ben kayboldum, utancın karanlığında mahcubiyetin bataklığında.

Gazze’ye düşen her bomba beni de parçaladı benden bir parça aldı diyebiliyor muyum!

Gazze’de şehadete yürüyen her can canımdan bir can aldı acısını hiç yaşadım mı!

Gazze’de toprağa düşen her bir beden beni de çorak topraklara dönüştürdü. Artık bende ne nebat biter ne de hayvan otlar!

On binlerce defa öldüm on binlerce defa enkazın altında kaldım. Gazze’de şehadete yürüyenler maveranın derinliklerine doğru yol alırken ben insanlığın enkazında imdat dedim durdum. Kimse imdadıma gelmedi Rabbim! Bari sen bana imdat et rahmet ve merhametinle beni bu utançtan kurtar.

Onlar yoklukta var iken ve varlığın bütün esaret labirentlerinden azat olurken ben varlıkta yokum ve özgürlüğün esaretini en utanç verici bir şekilde yaşamaktayım.

Nolursunuz Gazzeli sevgililer bize de şefkat ve merhamet ediniz huzurda!

Derdimizi biliyorlardı ama imdadımıza gelemiyorlardı deyin, gelmiyorlardı demeyin.

Gönüllerinde değilsek de dillerindeydik deyip mahcubiyetimizi artırmayın o büyük mahkemede.

Kıyamları yalan, rükuları sahte, secdeleri riyakâr ve teşehhütleri bîmanaydı demeyin!. 

Örgütlü kötülüğün üyesi değiliz vallahi! Lakin dağınık iyiliğin de bir üyesi olamadığımızı kabul ediyoruz. Cesaretli ve kahraman iyiliğin semtine ise uğramadığımızı utanarak söyleyebiliriz.

Aziz dostlar artık kayıttan düşebilirsiniz beni hem de insanlık kaydından! Çünkü ben ne Hama olabildim ne Halep ne Bosna olabildim ne Gazze; ne Ebu Garibi içimde yaşadım ne Vietnam’ı ne Sednaya’dan haberdar oldum ne de ülkemdeki ceza ve tevkif evlerinden.

Yaşarken ve bana çok ihtiyacın varken gelemedim biliyorum sevgilim! Bari ölümün azizliğini kabul et! Yanında bana da yer ayır. Bunu bana çok görme Gazzem. Çünkü ben ne bendeydim ne sende. Öyle bir hastalığın içinde kıvranıyordum ki bir bilsen inan ki bana çok acırdın. Senin bedenin hasta idi benim ruhum. Senin bedeninden parçalar ayrılıyordu benim ruhumdan. Senin dünyan kararıyordu benim öteki dünyam. Sen parça parça ölürken bütün bütün diriliyordun bense bütün bütün ölüyordum dirilecek parçalarım kalıyor muydu bilmiyorum.

Dostlar! Sizin için bilmiyorum ama benim için ilk kayıp yıllarımdan sonraki bütün yıllar da sanki kayboldu. Galiba çukur kötülerin ve direnişe cesareti olmayan pısırık iyilerin güzel dünyamız için biçtiği elbise bu kreasyonda olacak gibi.

Ümitsiz değilim insanlık ailesinden ama çok ümitlenecek bir gidişat da yok. Pasif de olsa direnmeye ve kötülükleri devirmeye devam edeceğimi de söylemek isterim.

Tabii ki kalbimin ritimleri canlı kaldığı sürece.

On binlerce Gazzeli şehit kardeşim Allah resulünün sofrasında gözleri üzerimizde hal diliyle perişanlığımıza Allah’ın sevgilisinin şefaatçi olmasını ister gibiler. Ve o merhamet Peygamberi asırlar önce halini şikâyet eden Hanzala’ya dediği gibi onlara da öyle der gibidir. Bazen öyle Hanzala bazen böyle. Bazen öyle bazen böyle.

Güncellenme Tarihi
  • 12 Ekim 2025, 00:06
Yazının Adı
Kayıp Yıllarım