Yıllardır cumartesi sabahları evden çıkar daha uygundur diye semt pazarlarının yolunu tutarım.
Ve yıllardır nihayette soluğu yine marketlerde alır alışverişimi buralarda tamamlarım.
İçimde kanayan bir yara, çözmesini istediğim bir derdim oluvermiştir bu durum.
Halbuki semt pazarı, adı üstünde halk pazarıdır lakin bir türlü halk orada tam istediği alışverişi yapamaz. Acaba alış-veriş özgürlüğü elinden alınıp doğruluk namına sahtekârlığın biri bin para diye o çarşıda dolaştığından mıdır bilemiyorum ama bildiğim bir şey var, her geçen gün semt pazarlarına daha çok soğuyor ve oralardan daha çok uzaklaşıyorum.
Hepsinin öyle olduğunu söylemek elbette haksızlıktır ama çoğunluğunun doğruluktan ve ticaretin dürüstlüğünden uzaklaştığını söylemek ise bir gerçekliktir.
Neredeyse duaların beddualara karıştığı bir yer oluyor buraları. Çünkü insanların kazançlarını ceplerine koyarak buranın yolunu tutmaları, o tezgahlara onca malların getirilip teşhir edilmeleri en güzel fiili dualardır. Lakin evlerine varınca insanların kandırıldıklarına şahit olmaları ise en iflah olunmaz beddualar gibi geliyor bana.
Bugün kış hazırlığı için yine bir cumartesi pazarının yolunu tuttum. Arı vızıltıları gibi pazardaki sesler her zamanki ahengiyle olmasa da yine bir ayini ve cümbüşü andırır şekilde havada birbirine karışıyor, fiyat bağırtıları birbirine çarpışıyor; yerde yine aynı manzaralar devam ediyordu. İstediğimi seçemiyor sadece ne kadar alacağımı tezgahtara söylüyor onun da poşetlerin içine neler koyacağı kaygısını yaşayarak o tezgâhtan diğer tezgâha o satıcıdan diğer satıcıya uğrayıverdim.
Üzüldüm çünkü çözülme daha fazla ve pazarın ruhunun hastalığı daha aşikâr görünüyordu. Tam hastalanmış hatta ölüme yaklaşır iflah olmaz bir hastalığa yakalanmış pazar manzarasına kapıldım.
İhtiyaçlarımı yine alamayarak ayrıldım semt pazarından. Soluğu yıllardır alışveriş yaptığım markette aldım. Sıcak bir karşılama ve kış hazırlığı için geldiğimi bilircesine Selahattin Abi’nin sert ama nazik merhabasına aynı sıcaklıkla cevap verdim. Melik Efe Abi’nin sevgiyle düzenlediği manav reyonlarının can çeken ürünlerinin içinde kendimi buluverdim. Adamım Cihat ise her zamanki Erzurumlu ciddiliği ve tatlı Erzurum şivesiyle bana hoşamedi etmek için olduğu yerden hızlıca gelirken Selahattin Abi de “Cihat, Hocamla ilgilen, ne istiyorsa yardımcı ol” diyerek refakat etmesini istedi.
Semt pazarının üzüntüsünü unutmamış alışverişimi de yapmaktan geri durmamıştım.
Bir taraftan istediğim malzemeleri seçerken diğer taraftan Cihat’la tatlı bir sohbete girişmiştim. Cihat her zamankinden daha durgun ve üzgün duruyordu. Benimle ilgilenirken arada dalıp dalıp gidiyordu zamanın dehlizlerine. Ben de harcıalem konuşma yerine simasındaki kederin sebeplerini anlamak istedim.
-Her zamanki gibi neşen yok Cihat. Hayırdır! Bir derdin mi var?
-Canım çok acıyor. Onu kaybetmemeliydik!
-Hayırdır! Bir yakınınızı mı kaybettiniz? Cenazeniz mi var?
-Çok büyük bir yakınımızdı hocam hem de çok çok büyük yakınımız. Sadece bizim değil Müslümanların, inananların hatta bu hayatta mutlu ve sade yaşamak isteyen herkesin en yakını idi. Sadece benim değil hepimizin başı sağ olsun.
-Kim bu ya Cihat! Ben de tanıyorum hatta herkes tanıyor diyorsun!
-Evet evet Hocam! Herkes tanıyor ve herkesin bir parçasıydı o. Herkes yas içinde.
-Tezgahtaki meyve ve sebzelerin saf ve güzelliği yanında bakıyorum sen de safa yatarak farklı konuşuyorsun. Cihat, seni tanırım, bilirim ama bu kadar da bizi kafaya alma.
-Estağfurullah Hocam! Ben Erzurumluyam. Haya ederim seninle kafa bulmaya. Gerçekten çok üzgünüm. Öyle şeylerle karşılaşıyorum ki bu markette, pazarda anlatamam. Her geçen gün bir şeyimizin öldüğünü görüyorum. Ama bu defaki ölen şey çok içimi acıtıyor. Biz bu kadar mı çözülmeli ve bozulmalıydık.
Cihad’ın bana anlatacak çok şeyinin olduğunu hissederek dinlemeye devam ettim.
-İstersen sana bir hikâyemi anlatayım.
-Dinlerim tabii ki.
-17 sene önceydi Hocam. 13 yaşındaydım. Erzurum’un Çat ilçesinin bir köyünde yaşıyorduk. Köydeyiz ve saf köylü çocuğuyuz. Masum ve mazlumuz, çocukluğun verdiği haşarılıkları da yapmaktan geri durmuyoruz.
Köyümüzde yol yapan bir kepçe vardı. Kepçeci bir ara aracını durdurup yemeğe geçmişti. Biz üç arkadaş da kepçenin yanından geçiyorduk. Merakla kepçeyi incelemeye başladık. Bir arkadaşımız kepçenin kapısının açık ve ön kaputta bir sigara paketi olduğunu görünce sigarayı almak istedi. Sigarayı almamasını ne kadar ısrar ettiysek de dinlemedi. Sonra kepçeci köyün muhtarına birilerinin kabinin içine girdiğini sigarasını aldığını belki başka şeylerini de almış olabileceğini söyleyerek bir yaygara kopardı. O arada komşu ezelerimizden biri içimizden sigaranın kimin aldığını görmüş ve anama gidip söylemiş. “Senin çocuk da oradaydı onu gördüm ama senin çocuk almadı” demiş.
Sigarayı kimin aldığı soruşturulmaya başlayınca anam beni çağırdı dedi ki “köyde böyle bir şey dolaşıyor. Bu sigarayı kim aldı.” Ben korktum hem de çok korktum ve o kadar korktum ki söyleyemedim. Israr etti anam doğruyu söylemem için. Çocuğum işte, o kadar çok korkmuştum ki söyleyemedim.
-Ya Cihat Allah aşkına annen çok çok sana biraz kızacak ve bir daha böyle şeyleri yapmaman gerektiği için seni uyarmış olacaktı.
-İnanamazsınız Hocam inanamazsınız bu söyleyeceklerime!
-Allah Allah! Ne olabilir ki bu. Sigarayı çalanı söylememişsiniz
-Hocam annem beni yorganın içine koydu. Sarıp sarmaladıktan sonra üstüme de benzin miydi gazyağı mı bilemedim döktü. Yorganı ateşe verecekti emin olun. Nenem yetişmeseydi anam o yorganı yakacak beni de yakacaktı. Sırf doğruyu söylemediğim için.
Ellerim ve parmaklarım sebzelerin bilhassa kırmızı domateslerin ve yeşil biberlerin nazik ve taze tenleri arasında dolaşırken aklım ve kalbim Cihat’ın söyledikleri karşısında bir an da olsa donup kalmıştı. Çünkü O, bunu anlatırken bir taraftan o korkuyu yeni yaşıyormuş gibi bir tavır sergiliyordu diğer taraftan doğruluğun yaşamımızdan gitmesinin üzüntüsünü bütün duygularıyla sergiler gibi duruyordu. Ancak çok şaşırmamıştım. Çünkü semt pazarlarından marketlerin reyonlarına beni daima iten yegâne sebep de buydu. Doğruluğun yaşamımızdan hızlıca ayrılışı.
Günümüzde ailece dahi bir TV programının karşısında oturamayışımızın sebebi de buydu. Çünkü yalan ve onun avaneleri bu izlencelerin yegâne teması gibi duruyordu.
İnsanların dostlarının olmayışının yegâne sebebi doğruluğun semtimizden ve gönlümüzden küsüp gitmesiydi.
Ailelerin dağılmasının en büyük sebeplerinden bir aile bireylerinin birbirlerine dürüst olmayışıydı.
Devlet ve toplumun kapitalist ve ahlaksız olmasının sebebi sıdkın temel değer olmaktan uzaklaşmasıydı.
Cihat ne kadar haklıydı!
Semt pazarları ne kadar sevimsizdi.
Marketler ne çok kapitalistti.
Ve insan doğruluktan uzaklaştığı için yalanın pençeleri arasında kıvranırken ne kadar zavallıydı. Bütün bunların aksine Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi bize asıl ne lazımdı.
Sual: Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?
Cevap: Doğruluk.
Sual: Daha?
Cevap: Yalan söylememek.
Sual: Sonra?
Cevap: Sıdk, ihlâs, sadâkat, sebat, tesanüd.
Sual: Yalnız...
Cevap: Evet...
Sual: Neden?
Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır?