Haberlere hızla göz attığım günlerden bir gündü. Üst düzey yönetim kademesindeki bir zata yönelik ağır eleştiriler dikkatimi çekti. Yazılanlara odaklanınca şikâyetlerin bu kişinin kardeşinin haksız yere terfi ettirildiği iddiası ile ilgili olduğunu anladım. Hal böyle olunca ilk etapta konuya biraz burun kıvırdım. Ne de olsa bu milletin ehliyet ve liyakat konusunda bir türlü başarılı olamadığı bir sınavı vardı. Yönetime kim gelirse gelsin ehliyet ve liyakati kendi işine gelecek şekilde ele alıp yoluna öyle devam ediyordu.
İçimden “acaba eleştirilen kişinin bir cevabı var mıdır?” diye geçirdim. İyi niyetli beklentim kişinin açıklamalarıyla kendisini ve kardeşini eleştirenlere karşı anlamlı bir şekilde savunmuş olacağı yönündeydi. Örneğin; “haksızlık yapıyorsunuz kardeşim buraya yıllarca çalışarak gelmiştir” ya da “kardeşim bu görevi yapabilecek niteliklere sahiptir” veya “kardeşim dişiyle tırnağıyla kazıyarak geldiği bu makamı almalıdır” türünden cevaplar vermiş olmasını umuyordum. Belki daha önceki iş tecrübelerini, mezun olduğu okulları sıralar diye de düşünmüştüm. Lakin okuduklarım karşısında şaşırdım kaldım.
Bahsi geçen kişinin açıklamaları “Allah akrabaya yardım etmeyi emrediyor, ne var kardeşim müdür olduysa” manasındaydı. İslam dinini aracı yaparak kendini içine düştüğü durumdan kurtarmaya çalışıyordu. Oysaki kendisinin de bildiği üzere İslam dininin bu yapılanı onaylaması mümkün değildi. Üstüne üstlük eleştiren yazarçizer erbabını da neredeyse din dışı ilan edecek noktaya gelmişti. Açıklamalardan anlaşılan ortada düpedüz bir kayırmacılığın yani haksızlığın olduğuydu.
Yaptıkları adaletsiz, haksız ve türlü çirkin işlerden sıyrılmak için dini değerleri hoyratça kullananlardan sıdkım sıyrıldı. Hele masumları bu yollarla kandıranlardan ya da kandırmaya çalışanlardan iyice hoşlanmaz oldum. Dolayısıyla bu kişiyi hiç tanımasam da kendisine karşı içimde bir kızgınlık hissettim. Aslına bakarsanız bu davranışları sergileyenlerin dindar ya da laik olmalarının bir önemi de yok. Kendi değerlerini çarpıtarak çıkarlarına alet eden herkesin gözümdeki ve gönlümdeki yeri bu kişi ile aynı.
Bununla birlikte bu hususta asıl sorunun toplumun sergilediği ikircikli tavır olduğunu düşünüyorum. Gücü eline geçirenlerin önemli kısmı isteyerek ya da istemeyerek kayırmacılığın değirmenine su taşıyorlar. Yani kendi yakınlarını, sosyal kulüp arkadaşlarını, cemiyet mensuplarını, siyasi yoldaşlarını, cemaat üyelerini, tarikat kardeşlerini hatta hemşerilerini bile bir güzel kayırıyorlar. Kamuda, belediyelerde, üniversitelerde, sivil toplum kuruluşlarında ve de özel işletmelerde bile örneklerine sıkça rastlıyoruz. Toplumun bu duruma topyekûn karşı çıkmasını beklerken toplum genellikle Nasrettin Hoca fıkrasında anlatıldığı üzere hareket ediyor.
Fıkraya göre bir gün Nasrettin Hoca insanlara vaaz veriyor. Kızlarınızın, eşlerinizin süslenerek dışarıya çıkmasına izin vermeyin diyor. Tam o anda dinleyenlerden birisi hocam sizin kızınız süslenerek çarşı pazarda dolaşıyor buna ne diyeceksiniz diye soruyor. Hoca da gülerek haspaya yakışıyor diyor. İşte Nasrettin Hocanın insanları eleştirdiği konuda kendi kızını onayladığı gibi toplum da kayırmacıları onaylıyor. Yeter ki kayırmacılar ve kayrılanlar kendi mahallelerinden olsunlar.
Bu aşamada görmezden geldiğimiz ve konunun can alıcı noktası ise birileri kayırılırken neden olduğumuz haksızlıklardır. Netice itibari ile kayrılan kişi aslında bir hak sahibinin hakkını alamamasına neden olmaktadır. Peki, bu kul hakkına girmek değil midir? Yüce Allah hesap gününe kul hakkı yiyerek gelmeyin demiyor mu? Sözde dindar ya da laik bu toplumun insanlarının en çok korktuğu konu kul hakkına girmek değil mi? Neden o zaman kayırmacılığın bir kul hakkı meselesi olduğunu anlamıyoruz? Mesele bu kadar açık ve anlaşılırken galiba haspalar gözlerimizi boyuyorlar. Yoksa bizler adil insanlarız, değil mi?