Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Galat-ı Meşhurlarımız

Galat-ı Meşhurlarımız

Şiddet-Dram-Suç…

Suç oranlarındaki artış, intiharlar,  bireysel çaresizlik…

Kadına (insana) yönelik şiddet, boşanma, aile içi çatışmalar…

Hayatı birinci, ikinci değil üçüncü sayfadan yaşıyoruz. Yaşadığımız üçüncü sayfa, oradaki olaylar ve bu olayların haberleri yalnızca trajik olaylar değil, aynı zamanda toplumsal değişikliklerin habercisi. Sıkıştığımız bu üçüncü sayfa ve haberleri gerçek mi diye birbirimize şaşkınlıkla bakıyoruz. Aslında hem gerçek hem gerçek ötesi. Yaratılan bu simülasyon, gerçeğin yerini alıyor, korku ve güvensizlik kapanına giren toplum kurtarıcı alıyor ve kendince bir baba-güç-otorite figürüne sarılıyor. 

Tarihsel süreçte dönem dönem yükselen eleştirilerin, değerlendirmelerin odağındadır galat-ı meşhur olgusu. 

Yanlış olsa da yaygın söz doğrusundan iyidir.

Yanlış yerleşmiş deyimlerin düzeltilmesine gerek yoktur.

Yanlışın kaldırılmasına gerek yok…

Yanlış doğrudan evladır…

Yaygın iyidir.

Bu olgu sadece deyimlerin yanlış sözcükleriyle kullanımına sınırlandırılamaz.

Mesele sözcüklerin yanlış kullanımından daha büyük.

Mesele yaygınlığın, genelleşmenin doğruyu savunmak için bir ölçüt olarak kullanılması. Yani ne kadar yaygın ve genel ise bir şey o kadar doğrudur, kabul edilmiştir.

Dikkatinizi çekmek isterim. Bir davranış, bir söz ne kadar yaygınsa, genelleşmişse ve kabul edilmişse o kadar doğrudur kabulü (yanlış nasıl bu kadar hızlı yayılıp kabul görüyor konusunda meraklısına memes kavramını ve “Bencil genler” kitabını öneririm)

Toplum neredeyse her gün başka bir kabullenmeyle, genelleşmeyle yüzleşip, sarsılıyor.

Günlük yaşamda yerleşmiş bir galat-ı meşhur “herkesleşme”.

Herkesleşme o kadar genel ki. Toplumda herkes herkese benzemeye çalışıyor. Yaşam tarzı olarak, dış görünüş olarak, peşinden koşulan hayaller olarak, herkes herkesleşiyor. İnsanlık kendine özgü olmayı arzularken herkese benzeme tuzağına düşmüştür. Bir çay bardağı kendini nasıl sürahi olarak görebilir?

Medyanın dayattığı normlar, sosyal medya estetiği, modalar ve kalıplaşmış yaşam hedefleri, bireyleri özgünlük arayışından uzaklaştırıp kopyalar yığınına dönüştürmüştür. Herkesleşme, yüzeyde bir aidiyet ve kabul arayışı gibi görünse de aslında insanın kendine ve varoluşuna karşı işlediği bir ihanettir. Birey, özgün kimliğini şekillendirmek yerine, başkalarının gölgesi olur ve nihayetinde kendi öz benliğinden uzaklaşarak kaybolur. “Özgün olmak istiyorum” diye yola çıkan insan, kendisini başkalarının izinden giderken bulur ve bu iz, bir labirent gibi onu kendi merkezinden uzaklaştırır.” Herkesleşme, insana özgünlüğü ve bireyselliği vaat eder gibi görünür, fakat aslında onu standartlaştırır. İnsan, sosyal medya platformlarında “kendisi” olmayı arzularken, diğerlerinin beğenisiyle şekillenen bir kimliğe dönüşür. Başkalarının yaptığı gibi giyinmek, düşünmek ve yaşamak bir zorunluluğa dönüşür. Bu süreç, insanın kendini tanımasını engeller ve onu başkalarının kopyası haline getirir. Artık birey değil, bir avatar, bir imaj, bir şablon olarak var olur.

Herkesleşme, bireyi sessiz bir çığlık atmaya mahkûm eder: “Buradayım!” der, ama hiçbir yankı almaz; çünkü herkes aynı sesi çıkarıyordur.” Herkesleşme sürecinde insan, kalabalıklar içinde bile yalnızdır. Herkesin birbirine benzediği bir dünyada, anlamlı farklar kaybolur. Herkesin aynı hedeflere koştuğu, aynı başarıyı arzuladığı ve aynı kaygılarla yaşadığı bir toplumda, diyalog değil monologlar hâkim olur. İlişkiler yüzeysel, bağlar zayıf ve dostluklar geçici hale gelir. İnsan, kendi ruhunun derinliklerinde yalnız bir gezgindir; ama bu yalnızlık, kalabalığın ortasında bile duyulan bir çöl sessizliğidir.

İnsan, gerçek benliğinden vazgeçerek “herkes” olmaya çalışır ve bu süreçte kendini bir hayalete çevirir. Bir başkasına dönüşmek, kendini öldürmektir.” Herkesleşen birey, kendini başkalarının gözüyle görmeye mahkûm olur. Sartre’ın deyimiyle, başkalarının bakışı, bireyi bir nesneye dönüştürür. Birey, kendi öz benliğine sadık kalmak yerine, toplumun onayını kazanmak için sahte kimlikler üretir. Sürekli “olması gereken” kişi olmaya çalışmak, insanın öz benliğini inkâr etmesine ve kendine yabancılaşmasına yol açar.

Başkaları gibi olmak, insanı anlamsız bir yarış içinde koşturan bir yanılsamadır. Varılacak yer, herkesin varmak istediği noktadır; ama oraya ulaşıldığında hiçbir şey eskisi gibi anlamlı gelmez.” Herkesleşme sürecinde insan, anlamını yitirmiş bir kopyaya dönüşür. Herkesin aynı hedefler peşinde koştuğu bir dünyada, başarı bile sıradanlaşır. Başarıya ulaşmak artık mutluluk getirmez; çünkü elde edilen başarı, herkesin sahip olmak istediği bir başarıdır. Bu süreç, bireyi kendi yaşamını anlamlandırmaktan uzaklaştırır ve nihilist bir boşluğa sürükler.

Herkes” OLMAMAK cesaret ister; çünkü herkesleşmek kolay, özgün olmak zordur. Ancak yalnızca zor olan, insana gerçek anlamda yaşadığını hissettirebilir.” Herkesleşme, modern insanın kimlik krizi ve varoluşsal trajedisi olarak okunabilir. Birey, kendine ait olanı kaybetmiş, başkalarının onayına muhtaç bir gölgeye dönüşmüştür. Felsefi olarak, bu süreç, insanın kendi varoluşuyla yüzleşmekten kaçışı ve Heidegger’in deyimiyle “otantik olmayan” bir yaşam sürmesi anlamına gelir. Ancak, her şeyin ve herkesin aynılaştığı bir dünyada, insanın yeniden kendi özüne dönmesi tek kurtuluş yolu olabilir.

Günlük yaşamda yerleşmiş başka bir galatı meşhur “insanı kendi küçük tanrısına dönüştürme”.

Bireysel tanrılaşma yani “insanın her şeye gücünün yeteceği inancı” o kadar genelleşmiş bir eylem ki toplum sınırsız güç ve kontrol ile sermest olmuş. Her şeye istediği anda, istediği yerden ulaşabilme gücünün olmasını isteme, sınırsız erişimle tüm ama tüm isteklerin onun için hazır olduğu, hemen şimdi sunulması isteği azdırılmış durumda. En büyük yanılsamalarından biri, insanı kendi küçük tanrısına dönüştürme arzusudur. Her birey, artık sınır tanımaz bir kudret sahibi gibi yaşamak, her şeyi yapabileceğine, her şeye ulaşabileceğine inanmak zorunda bırakılır. İnsan, kendine biçilen bu omnipotent kimliğin peşinden sürüklenirken, etrafındaki herkesle aynı sahte güce ulaşmak için mücadele eder. Ancak bu sınırsız kudret yanılsaması, insanı özgürleştirmek yerine köleleştirir; çünkü herkesin aynı “her şeye muktedir” imajını yaratmaya çalıştığı bir dünyada, kimse gerçekten özgün ve anlamlı olamaz.

Mutlaka yapabilirsin!” yanılsaması altında ezilen insan, bir gün başarısızlıkla yüzleştiğinde, kendi varoluşuna olan inancını da kaybeder. Modern dünyada kendisine sunulan “her şey senin ellerinde” mesajını içselleştirdikçe, kendine tanrısal bir kudret atfetmeye başlar. Birey, mutlu olmanın, başarılı olmanın, mükemmel görünmenin ve her alanda kusursuz olmanın kendi kontrolünde olduğuna inandırılır. Ancak bu inanış, insanın sınırlarını inkâr etmek ve onun kırılgan doğasını reddetmek anlamına gelir. Kendini sınırsız görme arzusuyla dolan insan, içsel bir boşlukta kaybolur.

Herkes aynı “mükemmel” olmak zorunda kaldığında, kimse gerçekten kendisi olamaz. Modern birey, sosyal medya ve tüketim kültürü içinde her gün kendini “güçlü ve muktedir” göstermek için yarışır. Başkalarının hayatlarını izler, aynı mükemmel görüntüyü yakalamaya çalışır. Aynı markaları giyinmek, aynı başarı hedeflerine koşmak, aynı “mükemmel” hayata sahip olmak için birbirini taklit eder. Ancak bu yarış, insanı kendine değil, başkalarına kul yapar. Herkes aynı sahte tanrısal kimliği yaratmaya çalışırken, aslında insanlıktan uzaklaşır.

Mükemmel olma zorunluluğu, insanı kendi varlığından nefret etmeye götürür. Çünkü insan, tanrı değildir ve asla olmayacaktır. Her şeye gücün yetebileceğine inanan birey, sürekli daha fazlasını yapma ve daha iyisini başarma peşinde koşarken aslında kendisi için bir hapishane inşa eder. İnsan, tam kontrol arayışı içinde hayatının her alanını düzenlemeye çalışırken, rastlantıya ve hataya yer bırakmaz. Ancak insan, kusurlarıyla insandır; başarı kadar başarısızlık, mutluluk kadar hüzün de varoluşun bir parçasıdır. Her şeyin mükemmel olması gerektiği inancı, insanı yetersizlik duygusuyla boğar.

Bir tanrıya dönüşmek isteyen insan, sonunda sadece başkalarının beklentilerine esir düşen bir gölge olur. Bireyin kendine ilah muamelesi yapması, onu başkalarına bağımlı hale getirir. Kendini güçlü göstermek için başkalarının gözünde onay arar. Herkes, diğerlerinin gözünde “mükemmel” görünmeye çalışırken, kimse gerçekten kim olduğunu bulamaz. Sartre’ın dediği gibi, “başkalarının bakışı, insanın cehennemidir”. İnsan, başkalarının gözüyle yaşarken, kendi öz benliğine yabancılaşır ve kendini bulmak için çıktığı yolda kaybolur.

Herkes tanrı olursa, hiç kimse gerçekten var olmaz. Bireysel tanrıya dönüşme arzusu, insanı yalnızca toplumdan değil, kendinden de koparır. Herkesin aynı sahte kudreti yaratmaya çalıştığı bir dünyada, gerçek anlamlar kaybolur. İnsan, artık gerçekten ne istediğini, neyi arzuladığını bilmez. Tüm hedefler, başkalarının hedefleri olur; tüm arzular, başkalarının arzuları. Böylece insan, hem kendi özgün benliğinden hem de hayatın anlamından uzaklaşır.

Günlük yaşama yerleşmiş üçüncü galat-ı meşhur “haber yorgunluğu-duygusal üşüme- eylemsel kötüleşme.”

Sürekli felaket haberlerine maruz kalan toplumsal normal ve kurallar çözülmüştür. Normların olmayışı insanın kendini topluma ve toplumsal düzene ait hissetmemesine ve toplumdan kopmalarına, kendi toplumlarını yaratmaya neden olmaktadır. Normlar yoksa artık çekinmeden her türlü kötülüğü yapabiliriz, yapılanı kabul edebiliriz, münferit kötülükten organize, kurumsallaşmış kötülüğe kadar gidebiliriz. Neticede, yeterince iyi biri olmayabiliriz ama çocukların ölümünü, öldürülmesini nasıl kabul edebiliriz?

Medya, her gün yenilenen felaketler, krizler ve trajedilerle bireyleri sürekli haberdar olmaya zorlar. Her an ulaşılabilir bilgi, insanı bir haber yorgunluğuna sürükler. Bu yorgunluk, insanın ruhunu ağırlaştırır; duygusal üşümeye neden olur. Her olayın aynılaşması, bireylerin duyarlılığını köreltir, onları eylemsel olarak felç eder. Aynı haber döngüsünde herkesin benzer tepkiler vermesi beklenirken, aslında hiç kimse gerçekten tepki vermez. İnsanlar arasında deindividuation (bireysizleşme, ZOMBİLEŞME, bireyin gölgeye dönüşmesi) gelişir: Birey kimliğini kaybedip kalabalığın bir parçası olur; ama bu kalabalık, yalnızlıkla örtülmüş bir boşluktan başka bir şey değildir. “Her şeyi bilmek ama hiçbir şey yapamamak,” işte toplumun trajik yorgunluğu budur. Haberler çoğaldıkça hisler azalır; bilgi arttıkça eylem azalır. Bu durum, insanı zihinsel ve duygusal bir yorgunluğa iter. Herkes aynı haberleri görür, aynı tepkileri verir, ama hiçbir şey değişmez. “Her trajedi bir öncekine benzediğinde, kalpler donar.” Haberlerin sürekli yinelenmesi, bireylerin acıya ve trajediye karşı duyarsızlaşmasına yol açar. İnsan, başta hissettiği şoku ve empatiyi zamanla kaybeder. Kalp üşür, zihin donar. Duygular, soğuk bir yüzeyin altına çekilir. Herkesin aynı üzüntü ve öfkeyi göstermesi beklenir; ama bu tepkiler artık yalnızca yüzeysel bir performans haline gelir. Duygular gösterilir, ama gerçekten hissedilmez.

Günlük yaşama yerleşmiş önemli bir galat-ı meşhur “yabancılaşma-yalnızlaşma”.

İnsan artık ne kendine, ne diğerine ne de toplumun geneline anlam veremiyor, kendini diğerinden diğerlerini kendinden kopuk hissediyor. Doğaya zaten yabancılaşmış insan artık kendi emeğine yabancı, kendi hakkına yabancı, kendi seçtiğine bile yabancı… Genel toplumsal kalıba girmeye çalışmaktan, başkalarının yarattığı cehennemde bile isteye yaşamaktan uyuşmuş, başkalarının kendini nasıl gördüğünü düşünmekten sarhoş, başkalarının onayını ararken kendinden uzaklaşmış, bugün A görüşlü/görünüşlü, yarın B görüşlü/görünüşlü sürekli kimlik değiştiriyor; bal alma peşinde bir kovandan diğerine savrulup duruyor. Herkesleşen bireylerden oluşan bir toplumda, insanlar tanıdık ama yüzeysel hale gelir. Herkes, aynı toplumsal rolleri oynarken gerçek duygularını gizler. Bu toplumsal yalnızlık, duygusal bağlantıların yerini performatif ilişkilerin almasıyla derinleşir. İnsan, sosyal medya paylaşımlarında mutluluk maskesi takarken içten içe kendini daha yalnız hisseder. “Herkes birbirine benziyor, ama kimse gerçekten tanıdık değil.” Bu, yabancılaşmanın getirdiği büyük bir yalnızlık çığlığıdır.

Günlük yaşama yerleşmiş bir başka galat-ı meşhur “tuhaflaşma-kayıtsızlık-uyuşma”.

Toplumsal beklentilere, sosyal medyadaki gösterişe önce çabalama sonra yetişememe doğal olarak duyarsızlık ve umursamazlık doğuracaktır. Kısa süreli ve yüzeysel ilişkilerin özendirilmesi, uzun vadeli sorumluluklardan kaçınmayla sonuçlanacaktır. Başkasının ölümüne ya da yargılanmasına kayıtsız kalanlar, içsel bir boşlukta yaşamayı yeğleyecektir. Toplum, her şeyden haberdar ama hiçbir şeyden gerçekten etkilenmeyen, her yerde bulunup hiçbir yere ait olmayan, her şeyi taklit edip hiçbir şeyi sahiplenmeyen bir varlığa dönüşmüştür. Herkesin birbirine benzemeye çalıştığı bu tuhaflaşma süreci, toplumsal ruhu çürütür ve insanı içinden çıkılmaz bir kayıtsızlık ve uyuşma bataklığına sürükler. Kalabalıklar arasında görünmek için çırpınan birey, kendinden uzaklaşırken yalnızlaşır, aynılaşırken özgünlüğünü yitirir. İnsan artık yalnızca başkalarının yansıması olur; o kadar çok benzer ki artık var olup olmadığını bile fark etmez. Her gün yüzlerce trajediye şahit olmak, bireyde duygusal donmaya yol açmaktadır. İnsan, acı haberleri izler, felaketleri görür ama artık hiçbir şey hissetmez. Her şey birbirine benzediğinde, duyarlılık anlamını yitirir. Kayıtsızlık, bireyi sorumluluktan kurtarır gibi görünür ama aslında onu vicdanının hapishanesine kapatır. Toplumun beklediği, yalnızca aynı tepkileri göstermek, aynı biçimde üzülmek ve aynı yüzeysel cümleleri kurmaktır. Gerçek acı ise artık kimse tarafından hissedilmez.

Amin Maalouf’un dediği gibi, coğrafyamız insanı şuna dönüş(türül)müştür: “Her şeye üzülen fakat hiçbir şey yapmayan insanlar.”

Yaygınlık doğrunun ölçütü olabilir mi?

Güncellenme Tarihi
  • 20 Ekim 2024, 13:11
Yazının Adı
Galat-ı Meşhurlarımız