Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Eski sorular hakkında yeni sorular

Eski sorular hakkında yeni sorular

Tüm ama tüm dünyaya el uzatacak, tüm insanları kapsayacak bir kalbimiz var mı?

Eminim çoğunuz izlemişsinizdir. ABD Başkanlığı için iki adayın televizyondaki münazarasından bahsediyorum. Kimin daha iyi olduğu ya da olmadığı konusuna girmeyeceğim çünkü iyi ve kötünün kişiden kişiye değişen birden çok tanımı var. Ama gözlemim şu: İkisi de fevkalade profesyonelleşmişçesine yalan söylüyor, üstelik kendi yalanına inanıyor ama dinleyenler söylediklerine inanmıyor. Samimi ve oldukları gibi değiller ama yine de haklarını teslim etmek lazım en azından promterdan okumuyor, her ne kadar arka planda müthiş bir hazırlanma olmuş olsa da irticalen konuşabilme, bağırmadan, seslerini yükseltmeden tartışabilme becerisine sahipler.

Bize ne ABD seçimleri ve adaylarından diyemiyorum çünkü dünyada her şeye bunlar burnunu sokuyor güya adaleti bunlar dağıtıyor. Dağıtıyor derken kastım adaleti paramparça ederek kendi tercihini dayatmak.

Her ne kadar değişik felsefeciler, tarihçiler insanlık tarihini değişik evrelere ayırmış ve adlandırmış olsalar da tüm insanlık tarihindeki evrelerin anasının “dayatma” olduğunu düşünmeden edemiyorum. Çünkü insanın insana ve diğer şeylere dayatması tarih boyunca değişmeyen tek şey. Tarihsel süreçte insanın insana dayatması, çeşitli biçimlerde ve farklı yoğunluklarda varlığını sürdürmüş. Antik kölelikten modern totalitarizme, feodal sistemden kolonyalizme kadar bu olgu, hatta küreselleşme, dijitalleşme, twitter, tiktok yüzeyselliğine el veren teknolojik ilerlemeleri de dahil edebilirim, insanlık tarihinin karanlık bir yönünü temsil ediyor.

Tarihsel süreçler aynı zamanda direniş, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin de tarihi… Her dönemde yeni biçimlerle ortaya çıkan dayatmanın ana kaynaklarından biri çeşitliliği kabul edememek ve bu kabulle insan yetiştirememek.

Binlerce yılın değişmeyen konusu dayatmaya karşı eşitlik ve adalet mücadelesi. Yöneten ve yönetilen olduğu sürece de binlerce yıl devam edecek önemli bir mücadele.  Toplumda, doğada, iş hayatında her alanda hissedilen, yaşanan her kavganın, istilanın, savaşın ana yapı taşı. İnsanda başlayıp insanda yuvalanıp devam eden bir şey. Eş eşe dayatıyor, anne çocuğa dayatıyor, çocuk kardeşine dayatıyor…

Dayatmalara dayanmak mümkün mü?

Neyse bugün size kimseye bir şey dayatmadan, kendisi gibi, olduğu gibi yaşamaktan bahsetmeyi istiyorum. Olduğu gibi yaşamak derken dilde, sözde değil eylemle yaşamak demek istediğimi hatırlatırım. Bir insanın en önemli erdemi olduğu gibi olmak, toplumsal kural ve kaidelere rağmen kendi felsefesini yaşamak, tüm ama tüm dünyaya kalbini sunmaktır demekten kendimi alamıyorum.

Hepimiz dünyada olup biten bir şeye karşı güçlü duygular beslemenin nasıl bir şey olduğunu biliriz, ama bizi gerçekten harekete geçirecek kadar derinden etkileyen bir şey olmamıştır. Çoğumuz, “açık fikirli” olduğunu ya da “gerçeği aradığını” iddia eden, ancak tanıdığımız süre boyunca hiçbir önemli konuda fikrini değiştirmemiş, eylemsiz, hareketsiz kalmış birini tanırız. Hareket önemli çünkü bazen en küçük hareket, şeylerin sizin aracılığınızla konuşmasına izin vermektir.

Bunların tamamını birleştirebilen, birçoğunu huzursuz eden bir insan Simone Weil’den bahsetmek istiyorum.

Simone Weil (1909-1943), entelektüel ve ahlaki derinliğiyle öne çıkan ve benzersiz yaşam hikâyesi ve yaklaşımıyla felsefe ve yaşamı birleştirebilen bir figür. Weil'in diğer birçok filozoftan farklılığı, onun kendine özgü yaşam deneyimleri, radikal sosyal adalet bağlılığı, mistisizm ve felsefeyi entegre etmesi ve özgün siyasi düşünce katkılarında izlenebilir.

Simone Weil, daha küçük yaşlardan itibaren olağanüstü bir zekaya sahip olduğunu göstermiş. Klasik diller, matematik ve felsefe konularında derin bir bilgiye sahip. Paris'teki prestijli École Normale Supérieure'e girmeyi başaran ender kadınlardan biri ve burada Henri Bergson gibi ünlü filozofların öğrencisi olmuş. Bu dönemde Jean-Paul Sartre ile aynı sınıfta okumuş, Simone de Beauvoirle ise okul arkadaşı. Bu arada Sartre, Weil'in zekasını “huzursuz edici” olarak nitelendiriyor.

Simone Weil'in yaşamı, insan acısını anlama ve hafifletme konusunda radikal bir bağlılıkla şekillenmiş. Maddi zevklerden kaçınma, fiziksel rahatlıklardan vazgeçme ve sıkı bir disiplin ile yaşama şekli olarak tanımlanan asketizmin sıkı uygulayıcısı.  Mesela, birçok filozofun teorik söylemlerle uğraşmasına karşın, Weil işçi sınıfının mücadelesine kendini kaptırmış. École Normale Supérieure'den mezun olduktan sonra felsefe öğretmiş, ancak kısa süre sonra akademiyi bırakarak fabrikalarda ve tarlalarda işçi olarak çalışmış, yazdığı koşulları bizzat deneyimlemiş. Bu doğrudan dünya ile etkileşimi, felsefesine nadir bulunan, deneyime dayalı bir özgünlük kazandırmış ve düşüncelerini derinleştirmiş.

Çocukluğunda karşılaştığı bir karede askerlerin kıyafetlerinin parça parça olmasından etkilenip onların acılarını hissedebilmek için çorap giymeyi red eden, II. Dünya Savaşı sırasında, Nazi zulmünden kaçmak için Amerika Birleşik Devletleri'ne sığınan Weil sürgünde bile, Fransa'daki işgal sırasında uygulanan gıda kısıtlamalarına kendisini de tabi tutarak acı çekenlerle dayanışmasını sürdürmüş. Aynı dönemde birlikte okudukları Simone de Beauvoir ve arkadaşları Çin de baş gösteren açlık konusunda korunaklı evlerinde hararetli söylevler çekerken o ölüm orucuna girerek açlığın ne demek olduğunu bizzat deneyimlemek istemiş.  Weil'in kendine dayattığı bu yoksunluk, empati ve dayanışma eylemi entelektüellerin ve ayrıcalıklı konumdakilerin ezilenlerin zorluklarını paylaşması gerektiğine inancından dolayı.

Weil, işçi sınıfının koşullarını birinci elden anlamak amacıyla felsefe öğretmenliği görevini bırakıp Renault ve Alsthom gibi fabrikalarda çalışmaya başlamış. Fabrikalardaki deneyimi zorlu ve kronik ağrılara neden olsa da entelektüeller ve işçiler arasındaki boşluğu doldurmanın gerekliliğine inanmış. Weil, fabrika deneyimlerini not defterlerine yazarak daha sonra “Köklerin İhtiyacı” adıyla bunları yayımlamış. Gerçek anlayış ve empatinin yalnızca paylaşılan deneyimlerden doğabileceğine inanan Weil ve yazıları, doğrudan gözlemleri ve kişisel acılarına dayanarak işçilerin onuru ve haklarını savunuyor.

Weil'in sosyal adalet bağlılığı, onu İspanya İç Savaşı sırasında Anarşist milis güçlerine katılmaya yöneltmiş. Fiziksel olarak silah tutamayacak kadar zayıf ve gözleri neredeyse kör olmasına rağmen, faşizme karşı en ön cephede savaşma zorunluluğu hissetmiş. Weil'in cephedeki zamanı, kaynar yağdan aldığı bir yaralanma nedeniyle kısa sürmüş. İspanya'daki deneyimleri, şiddet ve savaşın insanlık dışı etkilerine olan nefretini pekiştirmiş ve bu konudaki düşüncelerini “İlyada ya da Güç Şiiri” adlı makalesinde derinlemesine incelemiş.

Weil'in siyasi felsefesi, düşüncesinin geleneksel paradigmalarından keskin bir şekilde ayrıldığı başka bir alan. Faşist ve komünist biçimleriyle totalitarizme yönelik eleştirisi, insan yaşamının manevi ve ahlaki boyutlarına duyduğu derin kaygıya dayanıyor. “Köklere ihtiyaç” gibi eserlerde, bireylerin manevi ihtiyaçlarını kabul eden ve besleyen bir siyasi düzen savunan Weil, haklar ve yükümlülükler arasında bir denge çağrısında bulunmakta. Köklenme kavramı-bireylerin topluluk, kültür ve çevre ile bağlantılar yoluyla anlam ve amaç bulmaları-liberalizmin atomistik bireyciliğini ve totaliter ideolojilerin kolektivist eğilimlerini  sorguluyor.

Weil'in felsefesinde merkezi bir etik kavram olan “dikkat”, onun en nadir ve saf cömertlik biçimi olarak tanımladığı bir şey. Weil'e göre, dikkat sadece fiziksel bir odaklanma değil, aynı zamanda zihinsel ve ruhsal derinliği de içeriyor. Gerçek anlamda dikkat, sıradan görevlerin ötesine geçerek, evrensel gerçekliği anlama ve bu gerçekliğe derinlemesine katılma kapasitesi. Ona göre, dikkat gerçekten başkalarını anlama ve onlara duyarlılık gösterme şekli. Bu, insanın kendi sınırlarını aşarak, başkalarının acılarını ve ihtiyaçlarını anlaması demek.

Weil dikkatin ilahi lütuf olduğunu savunmakta ve onun için gerçek dikkat, başkalarının ihtiyaçlarına ve gerçekliğine derin bir duyarlılığı içermekte, insan davranışlarını sıklıkla domine eden bencil kaygıların ötesine geçmekte. Bu etik duruş, teorik ve lafta olmaktan öte, hayatına yansımış ve dikkat ve empati gerektiren durumlara sürekli olarak kendini yerleştirmeyi hedeflemiş. İlyada ya da Güç Şiiri’nde edebiyatın, insanın hem zalimlik hem de merhamet kapasitesini nasıl ortaya çıkarabileceğini, dikkat geliştirmenin şiddet ve tahakküm güçlerine karşı koymanın önemini vurguluyor.

Weil'in mirası, felsefesini yaşayan, dünyanın acılarını kucaklayan ve bunu titiz düşünce ve şefkatli eylem kombinasyonuyla dönüştürmeyi amaçlayan bir düşünürün mirası. Okumak isterseniz kaçırılmayacak bir 44 yıllık ömür.

Simone Weil'in hayat hikâyesi, düşünce ve eylemin olağanüstü bir birleşimini, gerçeği aramada bitmeyen bir azmi, adalet ve empatiye sarsılmaz bir bağlılığı gözler önüne seriyor. Ezilenlerle birlikte acı çekmeye olan istekliliği, mistik deneyimleri ve derin entelektüel katkıları, onu felsefe tarihinde benim için benzersiz ve ilham verici bir figür yapıyor.

Weil'in yaşamı ve çalışmaları, insan acısının karmaşıklığını ve daha adil ve şefkatli bir dünya arayışını anlamak ve ele almak isteyenler için bir meydan okuma ve ilham kaynağı olabilir.

Weil eski sorular hakkında yeni sorular soruyor.

Tüm ama tüm dünyaya el uzatacak, tüm insanları kapsayacak bir kalbimiz var mı?

Güncellenme Tarihi
  • 07 Temmuz 2024, 05:22
Yazının Adı
Eski sorular hakkında yeni sorular