Her sabah alarm sesiyle uyanıp okula giden bir öğrenciyi hayal edin. Kitaplar, testler, kurallar, bitmeyen ödevler ve “doğru” olanı öğrenme çabası… Peki, bu düzen bireyi özgürleştiriyor mu, yoksa onu kalıpların içine mi hapsediyor? Marx, Hegel ve Engels’in “yanlış bilinç” kavramından ilhamla, mevcut eğitim sisteminin hiçbir düzeyinde aslında bireyleri özgür düşünceye değil, “esir bilinç” dediğimiz bir anlayışa yönlendirdiğini söyleyebiliriz. Ancak bu bilinç, fark edildiği anda bireyi özgürlüğe giden yola sokabilir. Bu yol kolay değil ama imkânsız da değil.
Gerçi Sokrates sorgulanmayan bir hayat, yaşanmaya değmez diyerek işi özetlemiş olsa da bu onun için basit bir eylem, her insan böyle bir sorgulama yapabilir mi?
Zihninizi bir zincirle çevrili bir bahçe olarak hayal edin. Bahçede binlerce çiçek var ama zincirleri aşmadan onların tamamını göremezsiniz. Eğitim sistemi (ailede, okulda, siyasette ya da sokakta), bireyin çiçekleri keşfetmesine değil, zincirler içinde belli sınırlar dahilinde büyümesine izin veriyor. Bu durumu anlamak için sanat, bilim ve edebiyattan örnekler bize ışık tutabilir. Ayn Rand’ın Hayatın Kaynağı kitabında Howard Roark’ın mimarlık fakültesini terk etmesi, Paulo Freire’nin toplumların bilinç aşamaları ve daha birçok eser, bu esaretin nasıl aşıldığını göstermekte. Ayn Rand’ın başyapıtı Hayatın Kaynağı (The Fountainhead), esir bilince karşı verilen mücadelenin çarpıcı bir örneğidir. Romanın ana karakteri Howard Roark, geleneksel mimariyi sorgulayan, kendi özgün vizyonunu yaratmak isteyen bir mimardır. Ancak mimarlık fakültesi, onun özgün düşüncelerine düşmanca yaklaşır ve onu geçmişin kopyası olan, sorgusuz kabul edilen öğretilere uymaya zorlar. Roark, bu durumu kabul etmez ve fakülteyi terk eder. Çünkü Roark için eğitim, yaratıcı özgürlüğünü yok eden bir esaret aracı haline gelmiştir. Onun terk edişi, zincirleri kırma cesaretinin bir sembolüdür. Roark’ın hikayesi, günümüz eğitim sistemine güçlü bir eleştiridir. Eğitim, bireyin yaratıcılığını körelttiğinde değil, onu beslediğinde anlam kazanır. Ancak çoğu zaman, bireyler Roark gibi bu esareti fark etmez ya da fark ettiklerinde zincirlerini kıracak cesareti bulamazlar.
Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi adlı eserinde toplumların bilinç düzeyleri üç aşamada incelenir: büyülü bilinç, naif bilinç ve eleştirel bilinç. Bu aşamalar, esir bilinçten özgürleşmenin yol haritasını sunar: Büyülü Bilinç: Toplumun bu bilinç aşamasında bireyler, hayatlarındaki sorunları doğaüstü güçlere, şansa ya da kadere bağlar. Eğitim sistemi bireyi sorgulama yetisinden uzak tuttuğu için, insanlar içinde bulundukları durumun değişmez olduğunu düşünür. Bu, esir bilincin ilk aşamasıdır. Birey, sistemin bir parçası olduğunu fark etmez ve kaderci bir tutum benimser. Naif Bilinç: Bu aşamada birey, yaşadığı sorunların kaynağını fark etmeye başlar ancak hâlâ yüzeysel çözümler arar. Sorgulama isteği ortaya çıkar ama yeterince derinleşmez. Eğitim sistemi bu aşamada bireye bilgi verir, ancak bu bilgiyi eleştirel bir şekilde kullanma becerisini geliştirmez. Naif bilinç, Roark’ın fakülteyi sorgulamaya başladığı ama henüz sistemin dışına çıkmadığı noktayı temsil eder. Eleştirel Bilinç: Son aşamada birey, sistemin tamamını sorgular ve onun sınırlarını aşarak kendi özgün yolunu çizer. Freire’ye göre bu bilinç, bireyin hem kendi hayatını hem de toplumunu dönüştürebilmesi için gereklidir. Roark’ın fakülteyi terk etmesi ve kendi mimari vizyonunu gerçekleştirme çabası, eleştirel bilincin bir sonucudur. Bu aşamada birey, kendisine dayatılan düşünce sistemlerinden bağımsız bir şekilde özgürleşir. Freire’nin bu bilinç aşamaları, bireyin esir bilinci aşarak özgür bir ruh haline gelebileceğini gösterir. Ancak bu süreç, bireyin cesaret göstermesini ve derin düşünme alışkanlıkları kazanmasını gerektirir.
Bilim dünyası da esir bilinçle mücadele eden örneklerle doludur. Galileo, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylediğinde, dönemin kilisesi tarafından susturulmaya çalışılmıştır. Bu, esir bilincin bilimdeki yansımasıdır: Toplumun kabul ettiği doğrular sorgulanamaz, aksi iddialar cezalandırılır. Bruno ise Galileo’dan farklı olarak, kiliseye karşı çok daha doğrudan bir meydan okuma sergilemiş. Bruno, evrenin sonsuz ve çok merkezli olduğunu, dolayısıyla insanın ve dünyanın evrendeki yerinin özel olmadığını savunmuş. Bu fikirler, kilisenin otoritesine doğrudan bir tehdit oluşturmuştur. Bruno’nun esir bilinci kırmak için gösterdiği cesur ve uzlaşmaz tutum, onun diri diri yakılmasıyla sonuçlanmış. Bruno, kendi doğrularına olan inancını hayatıyla ödedi ve bilimin özgürlüğü için bir savaşçı haline gelmiştir.
Tasavvuf şairi Nesimi, Hurufi öğretisine olan bağlılığı ve insanın ilahi bir öz taşıdığı fikrini savunmasıyla Osmanlı İmparatorluğu ve İslam dünyasında büyük yankı uyandırmış. “Enel Hak” (Ben Hakk’ım) ifadesini savunması, dönemin dini otoriteleri tarafından sapkınlık olarak değerlendirilmiş. Nesimi, bu düşüncesinden asla geri adım atmamış ve sonunda derisi yüzülerek öldürülmüş. Onun ölümü, bedeniyle protesto eden ve inandığı değerlerden asla ödün vermeyen bir özgürlük savaşçısının hikâyesidir. Ömer Hayyam ise özgür düşüncesini Nesimi’nin aksine daha örtük bir şekilde ifade etmiş. Rubaileriyle toplumsal dogmaları ve dini fanatizmi eleştirirken, bunu şiirsel bir incelikle yapmış. Hayyam’ın eserleri, derin eleştirilerle dolu olmasına rağmen, doğrudan bir meydan okuma olarak algılanmamış. Bu durum, onun düşüncelerini yaymasına olanak sağladı ve eserleri yüzyıllar boyunca etkisini korumuş. “Bende gördüm, Hak bendedir, özüm odur, Ne minberde, ne taşlarda, Hak budur” diyen Nesimi, doğrudan ve cesur bir şekilde sistemin karşısına çıkarak bedelini hayatıyla ödemiş. “Korkularla dolu vaazlar dinledim, Günah dediler, düşündüm, inanmadım. Şu dünya bir oyun, bir masal gibi, Masalcılardan gerçeği sormadım” diyen Hayyam ise ince bir zekâ ve edebi bir incelikle, eleştirilerini daha örtük bir şekilde sunarak hayatta kalmayı başarmış.
Doğrudan bir isyan mı, yoksa satır aralarına gizlenen bir başkaldırı mı?
Tekrar gelelim ailede, sokakta, siyasette ve okulda devam eden esir bilinç ekimine. Bugün eğitimde en büyük sorunlardan biri, öğretmenlerin bilgi aktaran birer “belletmen”e indirgenmiş olması. Oysa öğretmenler, bireylerin potansiyelini açığa çıkarmalarına rehberlik eden ışık tutucular olmalıdır. Eleştirel düşünceyi teşvik eden, öğrencilerin yaratıcı yönlerini geliştiren bir eğitim modeli, bireylerin özgürleşme yolunda en büyük destek olabilir. Freire’nin dediği gibi eğitim, bireyi ezmek değil, özgürleştirmek için bir araçtır.
İnsanın hayatında birçok karar, altı temel ihtiyaç tarafından yönlendirilmektedir: kesinlik, belirsizlik, önem, sevgi ve bağlanma, büyüme ve katkıda bulunma (Robins, 1991). Ancak bu ihtiyaçlar manipüle edildiğinde, birey kendisini esir bir bilinç içinde bulabilir. Örneğin, eğitim sistemi bireyde kesinlik ihtiyacını tatmin eder gibi görünse de bu kesinliği sorgulamayı ve eleştirmeyi dışlar. Birey, mevcut sistemin sunduğu bilgilerle yetinir ve yeniliklere açık olmaz. Belirsizlik ihtiyacı, yaratıcılık ve keşfetme ile ilişkilidir, ancak mevcut düzen bunu tehlike olarak görüp bastırır. Önem ihtiyacı ise bireyin bireyselliğiyle ön plana çıkması gerekirken, standart testlerle aynılaştırılır. Sevgi ve bağlanma ise toplumsal bir bağ kurma yerine rekabetle yer değiştirir. Bu durumda birey, gerçek anlamda büyüyemez ve toplumun gelişimine katkı sunamaz. Özgürleşme yolunda ilerleyen bireyin bu ihtiyaçları sağlıklı bir şekilde karşılaması gerekir. Kesinlik, bireyin kendine güvenini; belirsizlik, yeniliğe ve riske açıklığını; önem, bireyin değerli hissetmesini; sevgi ve bağlanma, sosyal desteği; büyüme, zihinsel ve duygusal gelişimi; katkı ise topluma olan aidiyeti güçlendirir.
Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu kitabında ele aldığı Panoptikon, esir bilinci anlamak için güçlü bir metafor sunabilir. Panoptikon, bir hapishane modeli olarak tasarlanmış olsa da bireylerin gözetim altında olduklarını hissetmelerini sağlamak için kullanılan bir iktidar mekanizmasıdır. Mahkûmlar, sürekli gözetlendiklerini düşünerek, kimsenin onları izlemesine gerek kalmadan, kendi davranışlarını kontrol eder hale gelir. Bu durum, bireyin esaretini içselleştirerek kendi bilincini esir almasını sağlar. Öğrenciye sunulan başarı maratonu (daha iyi notlar, test sonuçları, sınav sonuçları) bir panoptikon örneğidir. Sosyal medya panoptikon için ideal bir örnektir. İnsanlar, sosyal medya platformlarında nasıl davranmaları gerektiğini gözetim altında olmadıkları halde belirli kurallara göre düzenler. Gönderilen mesajların beğenilmesi, paylaşılması gibi ödüller, bireyi mevcut normlara uymaya zorlar. Bu, bireyin kendini denetleyerek, sistemin değerlerini içselleştirmesiyle sonuçlanır. Kariyer yarışıyla özdeşleşen iş dünyası üzerinde ciddi düşünülmesi gereken panoptikon mekanıdır. Panoptikon’a mahkûm modern insan, dışsal bir kontrol mekanizmasına ihtiyaç duymadan kendi kendini gözetler ve sistemin dayattığı kriterlerde daha iyi bir performans göstermeyi yaşamak olarak düşünür.
Tarihsel süreçte kolonyalistlerin esir bilinç yaratma çabaları, modern dünyada da farklı biçimlerde devam etmektedir. Bugünün politikacıları, kolonyal yöntemlerden ilham alarak medya, eğitim ve popüler kültür gibi araçları kullanmaktadır. Bu stratejiler, toplumların bilincini şekillendirmenin daha incelikli ama aynı derecede etkili yollarını sunmaktadır. Bugün esir bilincin en etkili araçlarından biri medyadır. Güç odakları kitle iletişim araçlarını kullanarak toplumun dikkatini gerçek sorunlardan uzaklaştırmaktadır. Bir politik skandal mı ortaya çıktı? Hemen sansasyonel bir magazin haberi gündeme sürülür. Sonuç? Toplum, gerçekleri sorgulamak yerine ekrana kilitlenir. Esir bilinci korumanın modern yöntemi işte bu kadar basittir. Tarihsel süreçte halen varlığını devam ettiren kolonyalizmin “böl ve yönet” stratejisi, bugünün popülist siyasetinde farklı bir biçimde uygulanmaktadır. Güç odakları kendi amaçları gereği, toplumun belirli kesimlerini hedef göstererek halkı bölmeye çalışabilir. Örneğin, ekonomik krizler genellikle “dış güçler” veya göçmenler gibi kolay hedeflere bağlanabilir. Toplum, gerçek ekonomik sorunları sorgulamak yerine bu hayali tehditlere odaklanabilir.
Kolonyalist zihniyetin eğitim sistemleriyle bireyi köleleştirmesi, modern eğitim sisteminde de hâlâ etkisini sürdürmektedir. Bugün de öğrenciler, eleştirel düşünceden uzak, sadece ezberci bir eğitimle yetişmektedir. Bu, bireylerin mevcut düzeni sorgulamasını engelleyen bir başka esir bilinç stratejisidir. Evde, sokakta, siyasette ve okulda esir bilinç yaratmanın en etkili araçlarından biri, bireyleri ikna ederek kendi iradeleriyle sorgulama yetilerini kaybetmelerini sağlamaktır. Bu noktada, Cialdini’nin İknanın Psikolojisi kitabında ele aldığı altı temel ikna ilkesi -karşılıklılık, tutarlılık, toplumsal kanıt, otorite, beğenilirlik ve
kıtlık- güç odaklarının esir bilinci nasıl oluşturduğunu anlamak için güçlü bir çerçeve sunabilir. Karşılıklılık ilkesi, birine küçük bir iyilik yaptığınızda, o kişinin size karşılık verme zorunluluğu hissetmesi prensibine dayanır. Kolonyalistler bu ilkeyi ustalıkla kullanarak, işgal ettikleri toplumlara “medeniyet” götürdüklerini iddia etmişlerdir. Örneğin: İngilizler, Hindistan’da modern okullar kurarken, bu sistemi yerel halkın minnettarlığını kazanmak için kullanmıştır. Oysa bu okullar, sömürgeci zihniyetin yeniden üretilmesine hizmet etmiştir. Tutarlılık ilkesi, bireylerin önceki kararlarıyla uyumlu hareket etme eğilimidir. Bu, bir kez bir şeylere inanıp onu savunmaya başladığınızda, aynı inancı sürdürmek için bilinçsiz bir bağlılık göstermenizi sağlar. Toplumsal kanıt, bir davranışın veya inanışın doğruluğunu, başkalarının da bunu yapmasına dayanarak değerlendirme eğilimidir. Esir bilinç yaratmada en etkili stratejilerden biri olan toplumsal kanıt, bireyin sürü psikolojisine kapılmasını sağlar. Otorite ilkesi, bireylerin uzman veya güçlü görünen figürlere itaat etme eğilimidir. Beğenilirlik ilkesi, bireylerin sevdiği, hayranlık duyduğu veya kendine yakın hissettiği kişilere daha kolay ikna olmasıdır. Kıtlık ilkesi, bir şeyin az bulunduğuna inanıldığında, o şeyin daha değerli görülmesi eğilimidir. Dünyanın hemen hemen her ülkesinde güç odakları ve medya bu ilkeleri kitleleri manipüle etmek için sıkça kullanmaktadır.
Özgürlüğe giden yol bir anda değil, aşamalı bir şekilde ilerler. İşte bireyin özgürleşme yolunda geçebileceği aşamalar: Birey, eğitim sistemi ve toplum tarafından yönlendirildiğini fark ettiğinde ilk uyanış gerçekleşir. Ancak bu farkındalık genellikle acı vericidir. Öğrenci, kendisine öğretilen her şeyin aslında bir illüzyon olduğunu fark eder. Bu süreçte birey, kesinlik ihtiyacını sorgulamaya başlar ve belirsizlikle yüzleşmek zorunda kalır. İkinci aşamada birey, doğru sandığı bilgileri sorgular. Neden bu şekilde düşünmeye zorlandığını, neden farklı bakış açılarına kapalı olduğunu anlamaya çalışır. Özellikle sanat, felsefe ve edebiyat, bireye yeni perspektifler sunarak bu aşamada destek olur. Simone de Beauvoir’in İkinci Cins kitabı veya Sartre’ın varoluşçuluk felsefesi, bireyin derin sorgulamalar yapmasını tetikleyebilir. Üçüncü aşamada birey özgürlüğe adım attığında, yeni bir dünya keşfetmeye çalışır. Ancak bu süreç sancılıdır; bazen toplum tarafından dışlanabilir veya kendi içinde çatışmalar yaşayabilir. Örneğin, sevgi ve bağlanma ihtiyacı karşılanmazsa birey yalnızlık hissine kapılabilir. Ancak bu aşama, bireyin büyüme ihtiyacını güçlendirir. Son aşamada birey, toplumun ve sistemin etkisinden sıyrılır. Kendi yolunu çizer, kendi değerlerini yaratır. Bu aşamada katkı ihtiyacı devreye girer: Birey, başkalarının özgürleşmesi için ilham kaynağı olur.
Özgürlük, bir seçenek değil, bir zorunluluktur. Ancak bu özgürlük, kolay elde edilemez; bireyin cesaretle kendi bilinç zincirlerini kırması gerekir. Eğitim, bireyi özgürleştirmenin en güçlü aracıdır. Eğer bu yazıyı okurken bile kendi hayatınızı ya da çevrenizde olan biteni sorgulamaya başladıysanız, özgürlüğe giden yolda önemli bir adım atmışsınız demektir. Çünkü gerçek özgürlük, kendiniz olmaktan korkmadığınız anda başlar.
Kanatlarınız hep vardı; onları açmanın zamanı geldi.
Mülksüzler romanındaki şu meşhur soru sorunu derinleştirmektedir: “Hapishanenin içindekiler mi yoksa dışındakiler mi daha özgürdür?” Kutsal kitaplar cehalet, nifak, kibir, kör taklit ve şirk kavramları üzerinden bilerek hakikati gizleyen ya da çarpıtan kişileri eleştirir (yanlış bilinç burada, insanların doğruyu bile bile saptırmaları anlamında kullanılır); insanların bilinçsizce, sorgulamadan ve delilsiz bir şekilde atalarının yoluna uymalarını da eleştirir; gerçeği inkâr edenlerin ya da kendi bilinçlerinin farkında olmayanların davranışlarını “münafıklık” olarak tanımlar ve bunları eleştirir (münafıklar, hakikati bilir gibi görünseler de aslında inkâr edenlerdir); ve insanın hakikatten koparak kendi zihninde uydurduğu bir gerçekliğe inanmasını eleştirir (şirk).
Peki esir bilincin membası olan dogmalar nasıl yaygınlaşır?
Dawkins’in Gen Bencildir (The Selfish Gene) kitabında öne sürdüğü “bencil gen” kavramı, organizmaların davranışlarını genlerinin hayatta kalmasını ve yayılmasını sağlamak için şekillendirdiği fikrine dayanır. Bu yaklaşımı, esir bilinç kavramını açıklamak için metaforik bir çerçeve olarak kullanmak mümkündür. Esir bilinç, bireyin özgürlüğünü sınırlayan sosyal, kültürel ve politik yapıların birey tarafından sorgulanmadan kabul edilmesi ve bu yapıların devam ettirilmesine katkıda bulunulmasıdır. “Mem”e (kültürel gen) kavramı, bir fikrin, davranışın veya kültürel değerlerin bireyler arasında aktarılması ve çoğaltılması sürecini tanımlar. Memler, tıpkı genler gibi, hayatta kalmak ve yayılmak için insan zihnini kullanır. Esir bilinç, belirli memlerin (örneğin, dogmatik dini inançlar, otoriteye itaat kültürü veya geleneklere sıkı bağlılık) bireylerin düşünce dünyasında yayılmasıyla oluşur. Bu memler, bireylerin sorgulama yetisini körelterek, düzenin devamlılığını sağlar.
Ey karanlıkta kaybolan düşünce,
Kendi içinden çık artık, güneşe!
Bu dünya bir rüya, bir masal sadece,
Gerçeği ara, uyan, bak derinlere (Ömer Hayyam)