İnsan güzel anılar biriktiremiyorsa işi gerçekten zordur.
Anılar, bir çekmece gibidir: Doludur, açarsın kapatırsın ama hep oradadır; ne eskir ne de yok olur. Telefonların şarj cihazları gibi, boşalan pili bir hatırlamayla yeniden doldurur, zamanın sınırlarını aşar.
Geçen hafta şükür sonunda dört benzemez bir araya gelebildik. Tesadüflerin, tanışmaların ördüğü dostluk bağı… aynı yolun yolcuları, her biri şahsına münhasır bir memba. Dinlemeye doyulmayan sesler, anlatılar, kahkahalar. O iki günün içinde, dostlarımı pür dikkat dinlediğimi fark ettim. Ama sonra düşündüm: Neden bu odağı, aynı yoğunluk ve isteklilikle başkalarıyla her zaman kuramıyorum? Bu sorunun cevabını ararken halkaya bir dost daha eklendi: Veysel. Onun da enerjisi hafiflemişti; belli ki güven duyduğu ortamda, dostluğun çelik kubbesi altında. O an anladım: Onlarla birlikteyken hafifliyordum. Statülerin, unvanların, maskelerin ağırlığı çekiliyordu üzerimden. Fazlalıklarım eksiliyor, dikkatimi bütünüyle verebiliyordum.
Bir ağaç gibi budanmıştım.
Peki ağaç neden budanır? Fazla dallar, gövdenin öz besinini dağıtır; ışığa ulaşamayan sürgünler hem kendini hem çevresini zayıflatır. Kalabalık dallar, ağacın bütün enerjisini tüketir. Oysa budama, ağacı azaltmaz; özünü ortaya çıkarır.
Bonsai örneği de böyledir. Bonsai, ağacı küçültmek değil, özünü odaklı bir bakışa sığdırmaktır. Fazla dal ve yaprak budandıkça göz, dağınıklıktan kurtulur; bakış tek bir gövde hareketine, tek bir kıvrıma yönelir.
Dikkat de aynıdır. Zihin budanmadığında yüzlerce bildirim, kaygı, anımsatma, gereksiz merak dal vermeye başlar. Enerji dağılır, kökten yaprağa besin ulaşmaz. Odaklanma, fazlalıkları kesmekle mümkün olur. Budama ağacı nasıl güçlendiriyorsa, dikkat de gereksiz uğraşları eksilterek özü besler.
Eksiltmek cesaret ister.
Sık sık hayranlıkla andığım Simone Weil’in düşüncesinin özü şudur: “Dikkat, en saf ibadet biçimidir.” Peki nasıl oluyor da gündelik bir zihinsel yeti, ibadetin mertebesine yükseliyor?
İbadet, çoğu gelenekte kişinin ben-merkezli arzularını geri çekip daha yüce olana yönelmesidir. Weil’e göre dikkat de aynı biçimde işler: Beklentileri, önyargıları, çıkar hesaplarını bir kenara bırakıp zihni boşaltmak… Bu boşluk, dua ya da meditasyon anındaki teslimiyet gibidir. Odaklanma yalnızca yoğunlaşma değil, eksiltme cesaretidir.
Weil, “Birine gerçekten dikkat etmek, ona sevgi göstermektir” der. Bir öğrencinin yazısını dikkatle okumak, birinin derdini can kulağıyla dinlemek, bir çocuğun oyununa tüm varlığıyla bakmak… Bunlar ona göre kutsal eylemlerdir. Çünkü ötekinin varlığını araçsallaştırmadan, olduğu gibi kabul etmektir. Tıpkı ibadette Tanrı’nın varlığına odaklanır gibi, dikkat de ötekinin çıplak varoluşuna yönelir.
Weil için dua, istemekten çok beklemektir. Dikkat de böyledir: Sonucu zorlamaz, cevabı kendi çıkarına göre şekillendirmez. Boş ve açık bir bakışla bekler. Bu bekleyiş, evrenin ya da ötekinin kendi hakikatini açmasına izin verir. İşte bu noktada dikkat, “ruhun kulağına fısıldayan bir liturji”ye dönüşür.
Bir manzaraya, bir müzik eserine, bir yüzün acısına dikkatle bakmak… Weil için bunlar yalnız estetik deneyimler değildir; varlığı “kutsal” bir derinlikte karşılamaktır. İbadet, kilisenin ya da caminin duvarlarında sıkışmaz; hayatın sıradan anları, dikkatle kutsanır.
Özetle: Dikkat ibadettir. Çünkü benliği eksiltir, ötekini onurlandırır, sonuç hırsını bırakıp beklemeye açar, sıradan anlara kutsallık taşır. Weil’in gözünde en saf dua, kelimelerle değil, dikkatle edilen duadır.
Ama bizi bir kenara bırakalım; şu an, şu dakika ne oluyor? Sokakta, siyasette, evde, okulda… Her yerden haberler yağıyor. İstesek de istemesek de bildirimler düşüyor önümüze. Bu bizim en kıymetli hazinemizi çalıyor: Dikkatimizi.
Dikkatin manipülasyonu, insanın zihnini borçlandırıyor, ruhunu yoruyor, zamanını tüketiyor, ilişkilerini kurutuyor, cebini boşaltıyor, hayatını elinden alıyor. Maliyeti yalnızca psikolojik ya da ekonomik değil; bütün varoluşun erozyonu. Gelen her bildirim, her “acil” başlık beynin kimyasında küçük bir kredi açıyor. O kredinin faizi ise unutkanlık, yüzeysellik ve zihinsel yorgunluk olarak geri dönüyor. Kendi aklının sahibi olmak yerine algoritmaların sunduğu menüden düşünen insan, en kıymetli varlığını -özerkliğini- kaybediyor. Kanepede telefonuna gömülen anne-baba, arkadaşına yarım kulak kesilen genç, toplantıda ekran arasında kaybolan çalışan… Hepsi aynı bedeli ödüyor: İlişkinin özü olan “birbirine bakabilme” yetisi eksiliyor. Weil’in dediği gibi, dikkat bir tür sevgidir; sevginin çekildiği yerde bağlar gevşiyor.
Simone Weil’in hayatına biraz daha yakından bakalım. 1928’de École Normale’in taş kemerlerinde iki Simone karşılaşır: Weil ve de (Simone) Beauvoir. Çin’deki kıtlık üzerine tartışırlar. Beauvoir “asıl mesele mutluluk değil, yaşamın anlamı” der. Weil gözlerini kısar: “Demek sen hiç aç kalmadın.” Bu kısa sahne, felsefenin iki tarzını çarpıştırır: Dünyayı açıklayan zihin ile dünyayı taşıyan yürek. Weil’in önerisi yalnızca düşünmek değil; dikkatle bakmayı ahlakın merkezine koymaktır.
Onun için dikkat bir teknik değil, bir erdemdir; hatta dediği gibi bir ibadet biçimi. “Düşüncenin büyük yanılgısı, anlamaya çalışmak yerine bulmaya kalkışmaktır” der; yani sonuç hırsıyla gözümüzü kör etmektir.
Weil’in “negatif emek” dediği şey (yani fazlalıkları kaldırmak, beklentileri askıya almak, iradenin baskısını geri çekmek), spiritüel bir alıştırmadır: Fazladan hiçbir şey eklememek; aksine, beklentiyi, gündemi geri çekmek. Tıpkı bir müzisyenin eserin arasındaki susuşu dinlemesi, bir ressamın boşluğu boyaması ya da bir şairin beyaz alanı koruması gibi. Dikkat, zorla üretilen bir şey değil; alınan bir hediyedir.
Weil, sınıfta geometriyi ağacın gölgesinde çözmek yerine “soru icat ederek” çalıştırır. Çünkü çocukların zihnini cevap fikrinin tiranlığından kurtarmak ister. Ona göre cevap, çoğu zaman düşüncenin erken kapanışıdır. Zihin, dağın yamacından ovayı ve ormanı doğrudan bakmadan da kapsayacak bir genişliğe ihtiyaç duyar. Husserl’in epokhési, Heidegger’in açıklık fikri, hepsi bu dikkat terbiyesiyle akrabadır.
Ama Weil’in dikkati teoride kalmaz. O sözde ya da düşüncede kalmaz, fabrikaya girer; Marx’ı okumakla yetinmez, yaşar. Bandın ritmi karşısında ilk feda edilen “düşünme”dir. Kota, insanı araçsallaştırır. “Istırap” (affliction) dediği ruhsal çöküntü, insanın kendini amaç olmaktan çıkarıp araç saymaya mecbur bırakılmasında kök salar. Arendt’in iş-emek ayrımına benzer biçimde, sırf sürdürme döngüsünün içindeki iş, eylemin ufkunu daraltır. Weil, bunu politik teşhisle tamamlar: İnsan olaylarında “kuvvet” yerçekimi gibidir; nesneleştirir, hizaya sokar. Ama onun önerisi sadece politik değildir; ruhani boyutu da vardır: Dikkat, politikaya ölçü ve merhamet katar.
İşte bu noktada ahlakı irdeleyen Iris Murdoch girebilir. O da ahlakın merkezine “sevgi olarak dikkat”i yerleştirir. İyiye bakma pratiği, benmerkezin sisini dağıtır. Rilke’nin öğüdü -“Bir şeyi seviyorsan, onu değişmeden bırakacak kadar dikkatle gör”- Murdoch ve Weil’in çizgisini poetik bir yoğunlukla tamamlar. Virginia Woolf’un “an oluşları”, Proust’un istemsiz hafızası hep aynı eksene bağlanır: Dikkat, yaşamı yeniden kurar; görünmez olanı görünür kılar.
Doğu’nun pratikleri bu haritaya başka bir akort ekler. Zen’de zazen, Thích Nhất Hạnh’ın yürüyüş meditasyonları, Mevlevî semada kalbin cilası… Dikkat, “şimdi”nin içine kök salmaktır. Sûfî gelenekte nazar, yalnız gözün değil, kalbin yönelişidir: Görmek, sevmektir; sevmek, görmektir. Weil’in “boşluk” ideali, Mevlana’nın “hamdım, piştim, yandım” üçlemesiyle okunabilir: Benliğin azalması, dünyanın çoğalmasıdır, az çoktur.
Peki bütün bunlar neden önemli? Çünkü içinde yaşadığımız “dikkat ekonomisi”nde dikkatimiz metalaşmış durumda. Bildirim sesleri, sonsuz kaydırmalar, ölçümlenmiş beğeniler… Dikkati parçalanmış öznenin etik kapasitesi de erozyona uğruyor. Şöhret, hız, görünürlük… hepsi Weil’in dediği “cevaba susamış zihin”i kışkırtıyor. Oysa cevap hızı, anlam derinliğiyle ters orantılıdır. Yavaş bakış, özgürlüğün bedenidir. Weil’in “negatif emek”i tam da budur: Gürültüyü kesmek, kanaati ertelemek, kendini geri çekmek.
Gündelik hayatın küçük sahneleri bile bunu gösterir. Bir buluşmaya “zaten sıkıcı olacak” önyargısıyla gidersin, sıkılırsın. Aynı buluşmaya “bakalım ne gösterecek” diyerek gittiğinde ufak bir jest, aralı bir cümle bütün akşamı değiştirir. Burada “pozitif düşünme” değil, daha sade bir şey vardır: Açıklık. Weil’in metaforu kristalize olur: Radyo dalgaları her an yayındadır; ayar biziz.
Eğitim de bu yüzden siyasaldır. Cevap ezberi, yurttaşı pozisyon muhafızına çevirir: “Benim duruşum budur.” Oysa kamusal akıl, inancını olgular karşısında yeniden ayarlama erdemine ihtiyaç duyar (zaten demokrasinin köken anlamı da sabitlik değil, değişebilmek dönüşebilmektir). Bu erdem, sosyal medyanın kutuplaştırıcı mimarisine rağmen geliştirilebilir: Yavaş okuma, müzakere etiği, şüphe ile merhametin çift kanadı. Levinas’ın yüz etiği burada devreye girebilir: Karşıdakinin yüzü, benim projelerimi askıya alan bir çağrıdır (yani gördüğün, duyduğunun parçasısın; bir yüzle karşılaştığında, yani bir insanın çıplak varlığı sana göründüğünde, artık ondan sorumlusun.) Weil’in “dikkat = vaftiz” cümlesi, Levinasçı dille şunu söyler: Dikkat, ötekinin benime nüfuz hakkını tanımaktır.
“Dikkat lükstür; hayat bu kadar hızlıyken kimde vakit var?” diye sorulabilir. Tam burada Arendt’in “düşünmenin durdurma gücü” akla gelebilir: Felaketleri hız değil, düşüncesizlik büyütür. Dikkat zaman tüketmez, zaman kazandırır. Çünkü yanlış yola hızla gitmek yerine doğru yola yavaşça girersin. Ekonomik dille söyleyeyim: Dikkat, hataların erken uyarı sistemidir; geri dönüş maliyetini düşürür.
Weil, 34 yaşında etiği uğruna bedenini kısmayı seçtiğinde aşırılık ile tanıklık arasındaki çizgi incelmişti. Hepimiz onun ölçeğine erişemeyiz; belki gerekmez de. Ama yön bellidir: Dikkat, dünyayı değiştirme gücünün en erişilebilir halidir. Bir öğretmenin sınavı kaldırmasında (ki zaman zaman ben de öğrencime soruyu sordururum cevap aramam), bir sanatçının susuşunda, bir hemşirenin bakışında, bir yurttaşın durup dinleyişinde tezahür eder. Murdoch’un dediği gibi, ahlakın özü “iyi görmek”tir; iyi görmek, sevmektir.
Bugün, ekranlarımızın sert ışığında göz bebeklerimiz küçülmüş olabilir. Ama karanlığa alışmak mümkündür. Weil’in küçük ama keskin telkini elimizde dursun: “Arama. Bekle.” Bekleyiş pasiflik değil, alıcı cesarettir. Cevap çoktan oradadır; işimiz onu gürültüden ayıklayıp görünür kılmaktır. Dünya, ona dikkatle baktığımız ölçüde kurtulur -ve belki biz de.