Babaannemin sık tekrar ettiğini hatırladığım bir duası vardı. Rahmetli kendi söyleyiş biçimi ile ‘Allah hayırlılarla karşılaştırsın’ derdi. Duymaktan çok mutlu olurdum. Belki de bu duanın kabul olması nedeniyle hayatımın dönüm noktaları olarak gördüğüm vakitlerinde karşıma; geniş gönüllü, doğru sözlü ve güzel halli insanlar çıktı. Bunlardan birisi de İzmir’de yaşadığım dönemde tanıştığım bir ebru ustasıydı. Çalıştığım fakültede işe başlamıştı. Yaşça benden oldukça büyüktü. Birkaç tane yabancı dili akıcı şekilde konuşabiliyordu. Uzun yıllar Avrupa’da yaşadığını öğrendim. Kısa süre içerisinde muhabbet etmeye başladık.
Bir süre sonra atölyesine eşimle birlikte ziyarete gittik. Bir Yunanlının ebru sanatını öğrenmek için Yunanistan’dan kalkıp atölyesine geldiğini görünce çok şaşırmıştım. Biz de talebesi olmak istedik. Bizimle bir süre sohbet ettikten sonra eşimi talebe olarak kabul etti ama beni reddetti. ‘Sen git oku, ilmini artır’ dedi. Talebe olmasam da atölyenin kapılarının her zaman bana açık olduğunu söyledi. Bu rahatlıkla eşimle birlikte atölyeye gidip gelmeye başladım.
Atölyeye gittiğimde huzur dolu bir hava içime doluyor gibi hissederdim. Küçücük bir atölye gözümde kocaman bir mekâna dönüşürdü. Talebeler ebru yaparken nadir de olsa hocamız ney üflediğinde gözlerimi kapatır ve atölyenin büyük camını sonsuzluğa açılıyormuş gibi hayal ederdim. Bu süre içerisinde ebrunun yapılması dışında; teknesinden, toprak boyalarının hazırlanışına kadar her bileşeni hakkında bilgi sahibi oldum.
Tabii ki her bileşene yüklenen anlam hakkında da bilgimi arttırdım! Ebru ile tasavvuf arasındaki ilişkiyi anladım. Ebrunun tasavvuf üzerinden görünen nesnelerin ardındaki gerçeklik, sonsuzluk ve birliğe yaptığı atfı da idrak ettim. Ebru sanatçılarının hal insanları (söylemek yerine yaparak gösteren) olduğuna, konuşmadan da anlaşabildiklerine şahit oldum. Dingin bir ruha sahip olmanın yapılan ebruları nasıl etkilediğini hayretler içerisinde izledim. İlginç bir şekildi orada onca süre içerisinde dini bir konuşma ya da telkin yapıldığına da tanık olmadım.
Tüm bunlara ilave olarak hocamızın talebeleri ile olan ilişkilerini de gözlemleme imkânım oldu. Az sayıda öğrenci kabul etse de var olanlar bir mozaik gibi farklı kesimlerden farklı yaşlardan insanlardı. Hocamız gözümün önünde her bir öğrencisine tevazu ve sabırla rehberlik yaptı. Lakin öğrencileri hangi kıstaslara göre seçtiğini o zaman anlayamamıştım.
Yıllar sonra büyük bilgin İmam Gazali’nin ilim öğrenme ili ilgili yazdıklarını okurken kendimi İzmir’deki ebru atölyesine geri dönmüş gibi hissettim. İmam Gazali ilmin izzetinin korunması için öğütler veriyordu. Bunlardan ilki hak etmeyene ilim öğretilmemesi gerektiğiydi. İkincisi ilimden önce edebin geldiğini kabul etmek ve yaşamaktı. Üçüncüsü ise ilim ehlinin talebelerine karşı alçak gönüllü bir şekilde bildiğini kolaylaştırarak öğretmesiydi. Uzun yıllar üniversitenin etik kurulunda çalışarak edindiğim tecrübe beni İmam Gazali ile aynı noktada birleştiriyordu.
Bununla birlikte benim için çarpıcı olan İmam Gazali tarafında ilmin izzetini korumak için tavsiye edilenlerin İzmir’deki o küçük ebru atölyesinde birebir hayata geçirildiğini fark etmek oldu. Böylelikle onca zamanın ardından niçin talebe olarak kabul edilmediğimi de anlamış oldum. O dönemde ebru öğrenmeyi hak edecek bir düşünce yapısında ve ruh halinde değildim. Azimli değil hırslıydım. Hamdım. Bırakın yanmayı pişmeyi bile istemiyordum. Yolda olmak ile ilgilenmiyor sadece hedefe odaklanıyordum. Ebru teknesinden ilmin izzetine giden yolu görecek ferasetim yoktu.
Aslına bakarsanız bugün de durumum çok farklı değil. Her ne kadar meselenin özünü kavramış olsam da o özü yaşayacak yolculuğa çıkacak gücü kendimde şimdilik göremiyorum. Lakin umutsuz da değilim.
Neticesi ne olur bilememekle birlikte belki bir gün ebrunun kapısını tekrar çalarım. O vakte kadar ‘hepinizin hayırlılarla karşılaşmanızı’ ve kendi içinizdeki hayırları keşfetmenizi dilerim.