Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

DON-KAÇ-SAVAŞ

DON-KAÇ-SAVAŞ

Habil ve Kabil hikâyesi, savaş ve barış arasındaki mücadeleyi sembolize eden klasik bir örnektir. Kutsal kitaplarda geçen bu hikâye, insanlık tarihindeki ilk kardeş cinayetini anlatır.

Onlara Âdem’in iki oğlu hakkındaki haberi gerçek olarak oku. Hani her biri birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. -Kurbanı kabul edilmeyen-, ‘Seni öldüreceğim’ demişti. O da, ‘Allah sadece müttaki olanlardan kabul eder. Andolsun sen beni öldürmek için bana elini uzatsan da ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Ben âlemlerin rabbinden korkarım. Ben dilerim ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenesin ve cehennem halkından olasın. Zalimlerin cezası budur’ dedi. Nefsi kendisini kardeşini öldürmeye yöneltti ve nihayet onu öldürdü; böylece ziyana uğrayanlardan oldu. O anda Allah bir karga gönderdi. Karga ona, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeliyordu. ‘Yazık bana, şu karga kadar bile olmaktan, kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim!’ dedi; sonunda da pişmanlık duyanlardan oldu” (el-Mâide 5/27-31).

Özetle, Kabil, kıskançlık ve öfkeyle dolup taşar ve kardeşi Habil'i kıskanır. Bir gün, bu kıskançlık ve öfke duyguları Kabil'i kontrol eder ve kardeşini öldürür.

Savaş ve Barış, her şey zıddıyla kaimdir (zıtların birliği) için bir emsal.

Kayıtlı tarihe göre savaşların kimisi 40 dakika sürmüş (İngiltere-Zanzibar) kimisi ise 335 yıl (Hollanda-Scily Adaları) ama son 300 yıl içinde dünyanın hiçbir yöresinde ya da bölgesinde savaş olmadan geçen gün sayısı 26 gün. Topu topu 1 ay bile olmayan ayrık günler toplamında insanlar birbirlerini öldürmeden durabilmişler.  

Bu kadar yıkıcı olan insanın insana, insanın doğayla, insanın yaratılmış her şeyle arasındaki savaşı hiç bitmiyor.

Herkesin herkesle ve her şeyle savaşı neden?

Machiavelli, "Prens" adlı eserinde, devlet yönetiminde güç kullanımının ve savaşın gerekliliğini savunur. Ona göre, bir hükümdarın gücünü koruması ve topraklarını genişletmesi için savaşmak zorunda olabilir. Gerek Cengiz Han da gerekse Sezar da savaşın ve fetihlerin imparatorluğun gücünü artırmanın ve genişletmenin bir yolu olduğuna inanıyordu. Büyük İskender de benzer bir inanç taşıyordu. "Kan ve demir" politikasıyla bilinen Bismarck savaşın ulusal birleşmeyi ve güçlü bir Alman devletinin kurulmasını sağladığını düşünüyordu. Taze cumhuriyeti yıkıp imparatorluğa heveslenen Napolyon savaşın devletin gücünün artmasının tek yolu olduğunu düşünüyordu. Benzer şekilde yaşam alanı doktrini kavramını öne süren Hitler, Alman halkının genişlemesi için daha fazla toprağa ihtiyaç duyduğuna inanıyordu. Bu nedenle, doğu Avrupa'daki topraklara olan ihtiyacı gerekçe göstererek, Polonya ve Sovyetler Birliği'ne saldırarak Almanya'nın yaşam alanını genişletmeyi hedefledi. Hitler, Aryan ırkının diğer ırklardan üstün olduğuna inanıyordu ve bu ideolojiye dayanarak diğer ırkları köleleştirmeyi veya yok etmeyi savundu. Hitler ve Nazi rejimi, Almanya'nın dışındaki insanları ve grupları "değersiz" olarak görüyordu (Değersiz hayat kavramı). Hayatlarını değersiz gördükleri arasında Yahudiler, Slavlar, Romanlar ve engelliler bulunuyordu. Bu "değersiz" grupların yok edilmesini veya köleleştirilmesini savunan politikalar, savaşın vahşi boyutlarından biriydi. Hitler, savaşta acımasızlık ve şiddetin doğal olduğuna inanıyordu.  Günümüzde savaşı ulusal çıkarları savunmak, başka diyarlara demokrasi getirmenin aracı olarak gören Bush, Putin ve pek aşina olduğumuz diğerleri bu örnekler arasında sayılabilir.

Bu insanlar birbirinden farklı isimlerle anılsalar da sanki tekrar tekrar bedenlenmiş aynı ruh gibi birebir fikren ve uygulamada aynılar. Peki bu insanların kafasına savaş fikrini yerleştiren, besleyen, sevdiren, uygulatan şey neydi?

Sömürmek ve baskı kurmak neden?

İnsanlar, çevrelerini ve diğer insanları kontrol etme ve etkileme ihtiyacı duyarlar. Bu ihtiyaç, kişinin güçlü hissetmesine ve kontrol altında olduğunu hissetmesine yardımcı olur. Neden bu mu?

Narsisistik kişilik, kişinin kendine aşırı güvenme, başkalarını aşağı görme ve dikkat çekme ihtiyacı gibi özelliklerle karakterize edilir. Narsisistik bireyler, kendi benliklerini abartılı bir şekilde önemserler ve başkalarını sıkça manipüle ederler. Neden bu mu?

Empati eksikliği, kişinin başkalarının duygularını anlama veya onlara saygı duyma yeteneğinde zayıflık olarak tanımlanır. Neden bu mu?

Bireysizlik, bireylerin kendilerini bir grup üyesi olarak tanımlama ve gruplarının başkalarından üstün olduğunu düşünme eğiliminde olmalarına yol açabilir. Neden bu mu?

Bu vahşilik neden?

Dawkins'e göre, rekabet ve çatışma, doğal seçilim sürecinin bir sonucudur ve insanlar da bu süreçte yer alır. Hobbes, "Leviathan" adlı eserinde, insan doğasını doğal olarak vahşi ve çatışmacı olarak tanımlar. Hobbes’a göre, insanlar doğal olarak "herkesin herkesle savaşı" durumunda yaşarlar. "İnsan, insanın kurdudur" sözüyle, insanların birbirine karşı saldırganlık ve egemenlik arzusunu vurgular. Antropolog Desmond Morris, "İnsan Hayvanat Bahçesi" adlı kitabında, modern toplumun karmaşıklığına rağmen, insanların temelde vahşi ve rekabetçi bir doğaya sahip olduğunu iddia eder. Morris, insanların hayvanlardan farklı olarak sosyal normlar ve kurallarla sınırlanmış olsa da, temelde aynı içgüdülerle hareket ettiğini savunur. Nietzsche, insan doğasının temelinde güç arzusu ve rekabetçilik olduğunu savunur. Ona göre, "ebedi dönüş" kavramıyla birlikte, insanlar sürekli bir güç mücadelesi içindedirler ve bunun sonucunda saldırganlık ortaya çıkar. Arendt, insanların kitle hareketlerine katıldıklarında ve otoriteye teslim olduklarında saldırgan ve acımasız olabileceklerini savunur. Ona göre, insanlar düşünme yeteneklerini kullanmadıklarında, sürü zihniyetine kapılırlar ve kolayca şiddet içeren davranışlara yönelebilirler. Foucault’a göre, toplumun kurumsal yapıları, disiplin ve kontrol mekanizmaları insanların saldırganlığını teşvik eder ve denetler. Çağımız filozoflarından Zizek’e göre, kapitalist sistemin rekabet ve tüketim kültürü insanları saldırgan ve doyumsuz hale getirir.

İç güdüler?

Freud'un saldırganlık kuramına göre, insanın içgüdülerini iki temel ilke yönlendirir: Thanatos (ölüm içgüdüsü) ve Eros (yaşam içgüdüsü). Thanatos, insanın kendine zarar verme, ölme arzusu ve diğerlerine karşı agresif eğilimlerini temsil eder. Freud'a göre, saldırganlık, çocukluktan itibaren gelişen bir içgüdüdür ve yaşam boyunca varlığını sürdürür. İnsanlar, saldırgan dürtülerini denetlemek için çeşitli savunma mekanizmaları kullanır. Örneğin, saldırganlık hissiyle başa çıkmak için bastırma, yadsıma veya yansıtma gibi savunma mekanizmaları kullanılabilir. Çocuğun, aşırı düşmanlık ve öfke hissi yaşadığı durumlarda, bu duygularını içselleştirerek yetişkinlikte saldırgan eğilimler geliştirebileceğini öne sürer.

Tüm bu dürtüler, savaşmaya yatkınlık sinir sisteminin ürünü mü? Yani kişinin vagal tonusunun düşük olması mı…

Porges’in Polvagal teorisi bu duruma bir açıklama sağlayabilir. Vagus siniri, insanların sosyal bağlantılar kurmasını ve stresle başa çıkmasını sağlayan önemli bir rol oynar. Yüksek vagal tonus, kişinin sakin ve rahat hissetmesini sağlar, sosyal etkileşimlerde daha yetenekli olmasını ve stresle daha etkili bir şekilde başa çıkmasını sağlar. Sempatik sinir sistemi, vücutta stres tepkilerini tetikler ve "savaş veya kaç" tepkisini aktive eder. Bu tepki, tehlike algısıyla birlikte ortaya çıkar ve kişinin hızlı kararlar almasını ve acil durumlarla başa çıkmasını sağlar. Dorsal vagal kompleks, stresin en yüksek olduğu durumlarda devreye girer ve "donma" veya "yılan pozisyonu" olarak adlandırılan bir tepkiyi tetikler. Bu tepki, tehlike karşısında savunma mekanizması olarak hareketsiz kalma stratejisidir.

Hayvanlar demişken…

Elbette hayvanlar arasında da saldırganlık var; kimisi bölgesini korumak güdüsü, kimisi çiftleşme dürtüsü ama vahşi doğanın göbeğinde, bir hayvanın kendi türünden, cinsinden bir hayvana ciddi zararlar verme ihtimali çok düşük.  Sanırım hiçbir hayvan açık seçik, o anda ve bariz bir tehlikeyi algılamaksızın saldırmazken sadece insan ortada bir tehlike ya da tehdit yokken dahi yapay tehdit ve tehlike algısı yaratarak, düşleyerek saldırganlaşabilir. Ne yazık ki hayvan ve insan karşılaştırmasında insan hayvandan daha vahşi olabilir ve ne yazık ki sadece insan yok etmekten zevk alır.

İnsan öldürme ve işkence etme tepileriyle yönlendirilebilmeye, böyle yapmaktan da büyük haz duymaya açıktır. İnsan, biyolojik olsun, ekonomik olsun, hiçbir akla yatar kazancı olmaksızın kendi türünü̈ öldüren ve yıkan bir varlık olabilen tek hayvandır (Lorenz).

Evet şükür, şu an burada gökyüzünde yıldızlar parlıyor, ama yeryüzünde başka yerlerde karanlık bir gölge var. Savaşın izleri, kalplerimizde derin yaralar açıyor ve umutlarımızı paramparça ediyor. Her patlama, bir başka hayatın sonunu getiriyor ve her çığlık, bir başka kalbin yok olmasına neden oluyor.

Savaş, insanlığın en karanlık köşelerinden birine iniyor ve masumları alıp götürüyor. Anne babalar, çocuklarını kollarının arasında kaybederken, niceleri yetim kalıyor ve gelecekler yok oluyor.

Topraklar, gözyaşları ve kanla sulanıyor, ve bu zorlu topraklarda umut çiçekleri dahi soluyor.

Her mermi, bir hikâyenin sonunu getiriyor ve her bomba, bir ailenin dağılmasına sebep oluyor.

Savaşın sesleri, acıların ve çaresizliğin yankılanmasından başka bir şey değil.

Savaşın acı gerçeğiyle yüzleşmek, içimi burkuyor ve yüreğimi sızlatıyor.

Doğumda bile ölürüz; son, başlangıçta vardır (Manilius).

Eyvallah ama sorumu yineliyorum: Öldürme, saldırma, sömürme, vahşileşme fikrini insanların kafasına yerleştiren, besleyen, sevdirten, uygulatan şey kim-ne?

Güncellenme Tarihi
  • 14 Nisan 2024, 10:32
Yazının Adı
DON-KAÇ-SAVAŞ