Havalar ısınıp termometre 40 derecelere yaklaşınca, yaylalara kaçma zamanı geldi.
Beydağlarının güney yamacından tırmanıp önce Saklıkent’e vardık. Sonra mor çiçekli, mor kelebekli İmecik Yaylası’ndan Elmalı Platosu’na doğru inmeye başladık. Aynı şehrin coğrafyasında bu kadar farklı dağ yapısı, bitki örtüsü, yeryüzü şekli olur mu?
Olur... Bu bahşedilmiş coğrafyada olur.
Saklıkent, yaz yalnızlığını bürünmüştü. Yol boyunca geçtiğimiz yayla köylerine henüz kimseler gelmemiş; bilememişlerdir, yaman sıcakların bu kadar çabuk geleceğini...
Sonra en tepeden platoya yayılan davarları gördük. Sürülerin hiç biri birbirine karışmıyor. Güzel bir kız çobanın yanına yanaştık, yumurtan var mı, satar mısın dedik? Anne babasının rızasını alarak, hemen folluğa gitti, getirdi birkaç yumurta. Para vermek isteyince de ben yumurtayı parayla satmam dedi. Peki dedik, dolapta buz gibi soğutulmuş kavunla değiş tokuş ettik. Çok ısrar ettiler, çay içelim, ekmek yiyelim birlikte diye. Ama gece olmadan Elmalı ya varmalıydık...
Kocaman erkek Teke, meraklı gözlerle aramıza katıldı, ne oluyor burada dercesine... Adı ne bunun diye sordum? ‘teke’ dediler... Bende ki de akıl işte... Teke işte...
Yol kötü bir toprak yol; yaban hayatı var... Yol üstünde geçtiğimiz İmecik ve Ovacık köylerindeki yaşlılar; dönün, anayola çıkın, öyle gidin diye çok söylediler ama biz çobanların yolundan Elmalı’ya vardık gecenin ilk karanlık saatinde.