Vedat Milor’un deyimiyle “Vasatistan”da yaşıyoruz: her şeyde taklitçilik, derine inememe, gösteriş, göz boyama, ‘mış gibi’ yapma hali. Üstelik bu yalnızca kültürel değil, zihinsel bir salgın. “İyi iş çıkaran az insan var,” diyor Milor, “vasat artık norm olmuş gibi.” Oysa sorun bununla da bitmiyor; vasatın kendisi bile aşınıyor. “Bayağıistan”a doğru gidiyoruz: gösteriş, bol laf, hızlı şöhret, yüzeysel heyecan… Üretmek yerine konuşmak, yapmak yerine yapmış gibi görünmek yaygınlaşıyor.
Vasat kelimesinin kökü Arapça “wst” -iki şeyin ortasında olan. Klasik anlamıyla bu, ılımlılığı ve dengeyi temsil eder. Ama modern Vasatistan, bu dengeyi donmuş bir orta haline getirdi. “Ortada olmak” artık farklı uçları bağlayan bir köprü değil; uçları yasaklayan bir sınır. Bu sınırın ötesine geçen herkes “marjinal”, “aşırı”, “radikal” damgası yer. Böylece toplum, kendi hareket alanını daraltarak enerjisini içeriye çevirir -tıpkı Nietzsche’nin tanımladığı dekadenz kültürlerde olduğu gibi.
“Bayağistan” ise bu sürecin nihai durağı: vasatlığın bile yetmediği, sıradanlığın artık ahlaki üstünlük kazandığı yer. Burada yaratıcı düşünce “ukalalık”, estetik fark “şatafat”, derinlik “fazlalık” sayılır. En büyük erdem “idare etmek”, en yaygın ahlak “kimseyi rahatsız etmemek”tir. Bu, Stoacılığın toplumsal karşılığıdır: duygularını bastır, fark yaratma, sükuneti koru. Sonuç: sessiz bir çöküş -Nietzsche’nin kelimesiyle Dekadenz.
Geldiğimiz bu dönemecin sebeplerine daha geniş açıdan bakalım mı?
İnsan kötülükten değil, vasatlıktan çöker. Kötülük, en azından tutkulu bir hatadır; enerji taşır, yönü vardır. Vasatlık ise ılık bir bataklıktır -hareketsiz, kokusuz, yönsüz. Orada kimse yanmaz, kimse parlar, kimse düşmez; sadece herkes “idare eder.” Günümüz insanı bu “ılımlı çöküş”ün içine yerleşmiştir. Nietzsche’nin dekadenz dediği şey tam da budur: canlılığın kendi enerjisinden, taşkınlığından, tutkusundan korkarak sükunete sığınması.
Dekadenz, bir dönemin değil, bir ruh halinin adıdır. İnsan, kaosu dizginleyebilmek uğruna kendi içindeki yaratıcı gürültüyü bastırdığında başlar. Stoacılık, bu ruhun felsefi ifadesidir: duygularını yönet, sarsılma, ölçülü ol: hayatı aklın dört sütununa (adalet, cesaret, bilgelik, ölçülülük) uydurmak uğruna, oluşun (becoming) taşkın, çelişkili, yaratıcı enerjisi törpülendir. Böylece acı da sevinç de sterilize edilir. Öfke, “yanlış yargı”; arzu, “uygunsuz değerlendirme” olur. Hayat bir laboratuvara, insan ise kendi duygularına uyguladığı bir deneyin deneğine dönüşür. Stoacı bilgelik, Nietzsche’ye göre, varoluşu “fosilleştirme” arzusudur -düzenli bir akvaryumda sükunetle yaşamak, okyanusun dalgasından korkmak.
Fakat hayatın doğası, akvaryuma sığmaz. O, taşkındır, çelişkilidir, patlar, kabarır, döner. İnsanın gelişimi, çoğu zaman rasyonel dengeyle değil, taşkınlıkla olur. Bir aşkın fazlalığı, bir acının ağırlığı, bir öfkenin yıkıcılığı -tümü insana kendi derinliğini öğretir. Nietzsche bu yüzden sorar: “Hayatımız gerçekten öyle dayanılmaz mı ki, onu Stoacı tarzda fosilleştirmeye değer olsun?” Sükûnet, bazen bir başarı değil, bir savunmadır. Kendini korumak için yaşamdan çekilmenin felsefi gerekçesidir.
Bu çekilme bireysel olmaktan çıkar, kültürel bir iklime dönüşür. Bugünün insanı da Stoacı değildir belki ama aynı ruh halini taşır: duygularını “yönetir,” coşkusunu “optimize eder,” acısını “düzenler.” Her şeyin “yeterince” olduğu bir konfor düzenidir bu. “Vasatlık” konusunda vurgulandığı gibi, artık vasatlık bir seviye değil, bir yaşam ideolojisidir. Toplumsal normlar, bireyden artık yüksek idealler, büyük riskler ya da estetik arayışlar değil; sadece uyum bekler. Ortalama olmak, “aklı başında olmak”la eşdeğer sayılır.
Vasatlık, toplumsal barışın yeni adıdır. İnsanların birbirine benzemesi, kimseyi rahatsız etmemesi, “makul” ölçüler içinde kalması bir erdem gibi sunulur. Ama aslında bu, kolektif bir uyuşmadır. Alain Deneault’nun kavramsallaştırdığı biçimiyle, vasatlık artık “otoritenin güvencesi olmuş ortalama”dır: düşüncede, estetikte, hatta duyguda aşırılıktan kaçınmak, varoluşu yönetilebilir kılmak. Duyguların, fikirlerin, arzuların bile “performans yönetimi” altında puanlandığı bir dünyada yaşıyoruz. Herkes dengeli, makul, orta tonlu. Ve bu ılımlılık, bir süre sonra karakter değil, bedensel bir uyuşukluk haline gelir.
Nietzsche’nin dekadenz dediği şey, işte bu fizyolojik hale işaret eder: iradenin zayıflaması, tutkuların yerini alışkanlıkların alması. İnsan artık kendini dönüştürmek için değil, konforunu korumak için yaşar. Duygusal dalgalanmalardan kaçınmak, içsel bir erdem olarak pazarlanır. Kişisel gelişim kültürü, bu Stoacı mirasın modern versiyonudur: “duygularını yönet, pozitif kal, üretken ol.” Fakat bu öğütlerin ardında yatan şey, yaşamı sevmek değil, onu denetlemektir. Ve denetlenen yaşam, yavaş yavaş sönmüş bir ateşe dönüşür.
Schopenhauer bu tabloyu daha da keskinleştirir. Ona göre Stoacılığın, dolayısıyla modern vasatlığın asıl hatası acıyı bir “arıza” olarak görmesidir. Oysa acı, varoluşun merkezindedir; ondan kaçmak, insanın insani yanından kaçmaktır. Schopenhauer merhameti “birlikte acı çekme” olarak tanımlar. Yani duyguyu bastırmak değil, ona katılmak, onunla bağ kurmaktır. Fakat modern insan, tıpkı Stoacı bilge gibi, bu bağı koparmıştır. Artık acı, rahatsız edici bir şeydir; hemen bastırılmalı, çözülmeli, terapiye dönüştürülmelidir. Böylece insan, kendi ve başkasının acısıyla arasına saydam bir duvar çeker. Duygusal sterilizasyon, ahlaki bir meziyet gibi yüceltilir.
Bu duvar yalnız bireyin iç dünyasında değil, toplumun bütün katmanlarında yükselir. Politikadan sanata kadar her yerde aynı ruh hali vardır: denge, makullük, sessizlik. Sanat bile artık “rahatsız etmeyen” bir estetik arayışıdır. Deneault’un işaret ettiği gibi, vasat kültürün sanatı “gösterişli ama risksiz”dir; fazla derinleşmez, fazla sarsmaz, fazla yenilik önermez. Renkler canlıdır ama anlam donuktur. “Premium mediocre” diye tanımlanan bu çağ estetiği, birinci sınıf orta kaliteyi kutlar: ne yoksul ne yaratıcı, ne çirkin ne güzel. Yalnızca “yeterince iyi.”
Bu kültür, psikolojik olarak da konforludur. İnsanlar artık tutkularının ateşinde yanmak istemez; “düzenli mutluluk” ister. Sosyal medyada paylaşılan özlü sözler, mindfulness uygulamaları, üretkenlik takvimleri hep aynı amaca hizmet eder: içsel dalgalanmayı bastırmak. Fakat bastırılan hiçbir duygu yok olmaz; yalnızca yer değiştirir. Modern bireyin kaygısı, aslında sönmüş tutkularının yankısıdır. Aşırılıktan kaçan kişi, kendi derinliğinden de kaçar. Nietzsche’nin “kendini aşamayan insan, kendini tekrar eder” sözü bu çağın en doğru özeti gibidir.
Bu bastırma hali, sonunda politik bir denge üretir. Düzen, yalnızca içsel bir huzur değil, itaatkâr bir toplum yaratır. Herkes görünüşte “sakin”dir çünkü kimse sarsılacak kadar derin değildir. Sükunetin politik versiyonu, statükonun estetik biçimidir. Aşırılıklar, duygular, riskler-hepsi “aşırı” etiketiyle bastırılır. Böylece toplum, Nietzsche’nin tanımıyla “iradesiz bir kitle”ye dönüşür: ne yaratır ne yıkar, sadece devam eder. Bu “devam etme” kültürü, modern vasatlığın metafiziğidir.
Ama hayat, “devam etmek” değildir. Hayat, kesintidir, dönüşümdür, taşkınlıktır. Nietzsche’nin çağrısı bu yüzden basittir ama radikaldir: Hayatı akla uygun olduğu için değil, olduğu gibi sev. Amor fati, kaderin mantıklı olduğu için değil, anlamsızlığıyla bile güzel olduğu için sevmektir. Yaşamı planlamak değil, onunla birlikte akmaktır. Schopenhauer bu fikri başka bir yönden tamamlar: iradeden özgürleşmek, yani sürekli isteme halini susturmak. İkisi de aynı kapıya çıkar: insanın hayattan korkmadan yaşaması.
Belki de gerçek bilgelik, sükuneti değil, canlılığı ölçü almaktır. Çünkü bazen öfke kurtarır, bazen keder öğretir, bazen tutku dönüştürür. Sükûnet, yalnızca arada nefes almak içindir; yaşamın kendisi değil. Hayatı “denge”ye indirgemek, onu bir tabloya çevirmek gibidir-güzel ama ölü. Oysa hayat, her zaman biraz taşkın olmayı, biraz yanmayı, biraz da yeniden doğmayı ister. Nietzsche’nin deyimiyle “düzenin müziği” değil, “oluşun melodisi”dir insanı diri tutan.
Vasatlık, işte bu melodiyi susturur. Her şeyi “ölçüsünde” tutmak, hiçbir şeyi derinlemesine yaşamamaktır. Vasat insan ne kötülüğe düşer ne iyiliğe yükselir; yalnızca idare eder. Ama insanı insan yapan, idare etmek değil, yoğun yaşamaktır-hatayla, riskle, yanılmayla. Belki de dekadenz dediğimiz şey, ruhun ölmemesi ama yavaşça uyuşmasıdır. Bu yüzden vasatlık bir karakter zayıflığı değil, bir enerji eksikliğidir; canlılığın kendi kendini korumak adına çekilmesidir.
Sanatın sarsıcılığından, düşüncenin derinliğinden, duygunun taşkınlığından korkan bir çağdayız. Yüksek sesli kahkaha bile “aşırılık” sayılıyor artık. Oysa aşırılık, insana canlı olduğunu hatırlatan tek şeydir. Vasatlık, bu hatırlamayı sistemli biçimde unutturan bir uyku halidir. Nietzsche’nin sesi o yüzden hâlâ günceldir: “Rüzgarı yenmek değil, onunla dans etmeyi öğren.” Çünkü insan, ancak fırtınada kendi sesini bulur.
Vasatlığın konforu caziptir, ama ölümcül bir cazibedir. O, insanın içindeki yaşam kıvılcımını söndürmeden önce sakinleştirir; sizi “iyi” biri yapar ama “canlı” biri olmaktan uzaklaştırır. Hayat, bazen öfkedir, bazen coşku, bazen delilik. İnsan, tüm bu taşkınlıkların toplamıdır. O taşkınlığın olmadığı yerde, yalnızca ılımlı bir ölüm sessizliği kalır.
Belki de Nietzsche’nin dekadenz dediği şey, tam olarak budur: Ruhun sessiz, ölçülü, nazik bir biçimde ölmesidir.
Ve vasatlık, bu ölümün en saygın adıdır.