Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Bir Travmanın Öyküsü

Bir Travmanın Öyküsü

Bir sabah namazı sonrası, ıssız bir deniz kenarında ettim ilk duasını oğlumun. “Bana katından tertemiz bir evlat ver” dedim Rabbime, ardından tüm korku ve kaygılarımdan yine ona sığındığım dualar ettim. Çok kısa bir vakitte vücut buldu niyetimiz. Oğlum, varlığının ilk adımlarını atmaya başlamıştı bedenimde. Çok zor geçen bir hamilelik sürecim vardı. Günler haftalar, aylar yıllar gibi geçiyordu. Bu ağır yükü taşımakta zorlanıyordum. Bir varlık var olmak için varlığıma ihtiyaç duyuyorsa, varlığım, ömre kıyasla vaktimin görece bu ufacık kısmı feda olsundu. Oldu da. Zira bu tam da Allah’ın ‘kadın’a apaçık güveniydi. Onun hücre hücre, parmak parmak büyümesine, varlık sancısına eşlik eden bir senfoni olsundu tüm acılarım. Bu anlamda baktığımda ne muhteşem bir serüven, ne teskin edici bir teselliydi! Düşünceyi veren Rabbime bir kez daha ve sonsuz hamd olsun.

Aylar geçtikçe bu ağır semptomlardan yavaş yavaş kurtulmaya başladım. Tam da namazlarımın kıyamına, rükûsuna hatta secdesine bile kavuşmuşken, ciddi problemler meydana gelmeye başladı. Kandan korkmam. Ama bu süreçte korkmam gerekecek kadar kan gördüm. İlkiydi. Apar topar hastaneye gittik. Tıp bir gerekçe bulamadı. İkincisi, üçüncüsü, dört, beş…Tıptan ses yok. Hiçbir şey ön göremiyor, bir sebep ya da çözüm sunamıyorlardı. Önerilecek bir tedavi yoktu yatmak zorunda olmamdan başka. Yalnızca izleyip görmekti olacakları, payımıza düşen. Ağır semptomların hafiflemesinin sarhoşluğuyla yatma önerisine muhalefet ettim bir pişmanlık akşamı. Saatlerce yürüdüm, yürüdüm…Yasak olmasına rağmen yürüdüğüm o akşam benim en büyük pişmanlığım, bir daha asla geri alamayacağım kâbusum olarak kalacaktı anılarımda.

Sabaha karşı garip bir rahatsızlık hissiyle uyandım. Eyvahlar olsun, doğum başlamıştı. Bu korkunç bir şeydi. Çünkü bebeğim henüz 24 haftalıktı.  Birçok organı bile henüz daha hiç gelişmemişti. Doğsa yaşayamaz, yaşasa da çok büyük ameliyatlar geçirir dahası kesine yakın ihtimallerle engellik durumları olabilirdi tıp kanaatinde. Elimiz ayağımıza dolaştı. Dakikalar içinde soluğu hastanede aldık. Tüm bedenimi çaresizce doktorlara teslim edişimin ilk saatleriydi. Acilen hastaneye yatışım gerçekleşti. Doğumu ertelemek için gerekli (ama sonucu asla öngörülemeyen ve garanti edilemeyen) tüm tedavilere başlandı.

1209 numaralı oda. Hastanenin 12.katı. Doğumu uzun süre erteleyeceklerini umut ediyor, sağlıklı olan doğum günü gelene dek aylarca o odada yatacağımı garantilemek istiyordum. Bunun için ne gerekirse yapabilirdim. Günlerce hareketsiz kalabilirdim mesela, doğumu tetiklememek için. Ağlamamaya çalışmak, doğumu başlatır diye sık sık gelen kalp çarpıntılarımı (enfeksiyon belirtileri) tutmaya çalışmak gibi ahmaklıklar da yapabilirdim mesela. Sanki her şey benim elimdeymiş gibi tüm iç organlarıma tahakküm etmeye çalışabilir, rahmime su geçirmez kilitler vurabilirmişim gibi yüreğimi çatlatabilirdim ki bunların hepsini yaptım. Çaresizlik denizinde boğulurken cankurtaranını reddeden bir ahmak gibi çırpınıp durdum. Aslında sadece sakinleşmem gerekiyordu. Çırpınmaya gerek yoktu. Sadece durmak, hareketsiz kalmak bile su üstüne durmaya yeterdi. Kaldı ki ben çok iyi yüzerdim aslında. Yüzmeye bile gerek yoktu. Sadece durmak, sakinleşmek… (Bunu sonradan öğrenecektim. O zaman bilmiş olsam yine de yapabilir miydim, bilmiyorum.)

Sonra bir sabah… İşte o sabah… 1209 numaralı odada sekizinci günümdü. Yine bir rahatsızlık hissiyle uyandım. Bu seferki başkaydı. Sağ tarafıma yatıyor, soluma dönmeye bile korkuyordum. Sanki her hareketim doğum pimini çeken bomba olacaktı. Öyle inandırmışım kendimi, zavallı ben. Sanki gelecek olanı tutabilecekmişim gibi. Uzun süre öylece bekledim. Üzerimdeki battaniyeyi kaldırmaya korkuyordum ama artık vakti gelmişti. Ve işte unutamadığım, bir yıldır da içine gömülüp kaldığım o manzarayla karşı karşıyaydım. Yatağım kanlar içindeydi. Bir kan gölünde yüzüyor gibiydim. Hamileyken yasak olmasına rağmen ayağa kalktığım ve yürüdüğüm (en vahimi de o son akşamki yürüyüş) her bir an için derin bir pişmanlık ve suçluluk dehlizine düştüm o an ve hareketsizce çırpınıyordum. Eşimle göz göze geldiğimiz, yapacağımız her şeyin tükendiğinin manzarası karşısında çaresiz o bilmem kaç yüzyıl süren bakışmamız… Saniyeler içinde, sabah uyandığım o yatakla ameliyat odasına götürüldüm. Uyutulmadan önce gözlerimde yalnız o çaresiz bakışlar vardı… Üzerimdeyse tek parça suçluluk elbisesi…

Operasyon sonrası, dokuz gün kalmış olduğum, tatlı pijamalarım, pofuduk terliklerim, makyaj malzemelerim, orada kullanayım diye kuzenime sipariş ettiğim minik ayaklı makyaj aynam ve pembe maskelerimin olduğu odaya, yani o yaşam ve heyecan dolu benle hayat ve ölüm arasındaki çizgide sıkışıp kaldığını düşünen benin birlikte paylaştıkları odaya, yine aynı yatakla götürüldüm. Bu defa her şey çok farklıydı. Çarşaflar bembeyazdı ve ben yalnız bir kalp taşıyordum. Kanlı yatakla iki kalp taşıyor halde giden ben, kalbimin birini bir yerlerde bırakmış, yalnız dönmüştüm. Bir cinayet işlemiş, büyük bir arbededen çıkmışım gibi ağır bir his yorgunluğu vardı üzerimde. Düşünemiyordum yaşananların ve ilaçların etkisiyle. Sadece duygular vardı çok yoğun, çok acı. Hepsinin başlığı ise suçluluk ve pişmanlık!

Saatler geçtikçe uyuşturucu ilaçların etkisinden çıkmaya başladım. Her şey daha gerçek ve acı olmaya başladı.  Gece yarısı olduğunda sonunda kalkabilmeyi başardım ve (Pandemi dolayısıyla) taburcu olacağı güne dek yalnızca bir kez görme hakkım olduğunu söyledikleri yoğun bakım ünitesine kaldırılmış olan bebeğimi görmek için götürüldüm bir tekerlekli sandalyeyle. Mustafa’mla ilk karşılaştığım anı kaleme dökmeye çalışmak bile o ana yapabileceğim belki en büyük haksızlık olacaktır. O görüntü karşısında el, ayak, dil, dudak, akıl, kalem, mürekkep … Hepsi acziyetten secdeye dururdu. Gördüğüm şey bir bebek olamazdı. Bir cenindi karşımdaki. Ultrason ekranında görüp de bize sevimli gelen o küçük şey, capcanlı oradaydı. Bedeninin neredeyse tamamı onu hayatta tutmaya çalışan cihazlarla kaplıydı. Her yerinden damar yolu açılmış, ağzından midesine ve bilmediğim yerlerine uzanan kablolar, serumlar, ölçüm aletleri ve en korkuncu da bütün bu şeylerden çıkan mizofoni tetikleyici sesler…

Bütün dünya karardı, sadece orada bir ışık yanıyordu. Dokunmak istedim. İzin verilmedi. Tanışmakla vedalaşmak arasında karar vermeye çalışırken bana verilen bir dakika dolmuştu. Daha fazla durabilecek gücüm de kalmamıştı. Vicdanlı hiçbir insan kişisinin dayanabileceği bir görüntü değildi o. Dilim tutuldu. Gerçekten dilim tutuldu. Hz. Zekeriya’ya bir oğul müjdesi verildiğinde yaşadığı suskunluğun hayatla tefsirini okuyordum. Zekeriya a.s. beni duymazdı biliyorum ama onun dili tutulduğunda söylediği şeyleri ben duyabiliyordum.

Bütün hüzün ve çaresizliklerimle el sıkışıp vedalaştım hemen sonra. Bebeğimin tek ihtiyacı olan şey benim enerjim ve sütümdü. Süt kutsaldı. İlaçtı. Şifaydı. Ben onun kokusuna hasret, o benimkine, aylar geçecekti. Saçlarıma ak düşüren aylar…

Mucize bebek Mustafa herkesi şaşkına çevirecek biçimde günden güne, gram gram, santim santim büyüyordu. Durumunun her gün daha iyiye gittiğine dair hastaneden telefonlar alıyorduk. Pandemi yasakları bitti, görüş günleri başladı. İsmini bile orada ben okudum kulağına sessizce, mübarek ezan eşliğinde. İki ay sonra ilk kez kucağıma verdiklerinde ise kavuşma anı paha biçilemezdi. Yazarsam değerinden düşer; öyle kıymetli, öyle özel... Nihayet Mustafa’mın taburcu olacağı gün de geldi çattı.

Bir cumartesi günü gidip bebeğimizi alabileceğimizi söylediklerinde ben zaten önceden her şeyi hazırlamış, planımı yapmıştım. Hemen harekete geçtim. İlk işim arabayı süslemekti. Gelin almaya gider gibi. Balonlarla, ayıcıklarla süsledim. Ailemle konvoy yapacaktık. Konvoydaki arabaların aynalarına asmaları için bile hazırladığım balonlu süslerim hazır orda bekliyordu. Her şey yerini aldı. Korna sesleriyle, düğün alayı gibi gittik hastaneye.  Son model bebek arabasına bağladığımız uçan balonlarla, çikolatalar ve hediyelerle doldurduk 8. katın koridorunu. O soğuk yoğun bakım servisi birden neşeyle doldu. Hemşireler, görevliler, doktorlar birbirinden sevimlilerdi o gün sanki. Bir şenlik havasıyla, gülücüklerle, esprilerle, uçan kuşa teşekkürlerle aldık oğlumuzu ve nihayet evimize geldik.

Ben hastanenin 8. katından (yeni doğan yoğun bakım katı) çıktım. Balonlarla, süslerle, konvoyla gidip çikolatalarla, şekerlerle aldım oğlumu ve bizi oradan çıkardım. Mucizem bu günlerde gören herkesi kendine hayran bırakıyor. O çok sağlıklı, çok güçlü bir çocuk ve gülüşünde kuşlar yaşıyor; insanın aklını başından alıyor.

Oğlumla ilgili olan o zor kısmı atlattım. Ama bir sorun var ki ben yeni doğan bir bebek ya da doğumuna yaklaşmış bir anne gördüğümde bir travma etkisinin tetiklendiğini hissediyorum. Ellerim titriyor, kalbim hızla çarpıyor, nefes almakta güçlük çekiyor ve ağlama krizine giriyorum. Çünkü ben hastanenin o 12. katından (doğumhane servisi) çıkamadım. Son çıkışımda altımda tekerlekli sandalye, kasıklarımda üç kilometrelik kesik sancısı, kucağımda dünyanın yükü, avuçlarımda çaresizlik, gözlerimde umutsuzluk, paçalarım kan içinde ve sanki suçluluk elbisesiydi üzerimdeki gecelik.  

Bunu atlatmam gerekiyordu. İşte bunun için yazdım tüm hikâyeyi. Yapmam gereken bir şey daha var. Ben’i o odadan (12. kattaki) çıkarmak…

Şu an bu satırları hastanenin 12. katından yazıyorum. 1209 numaralı odaya girdim elimde kırmızı bir uçan balonla (kanlı yatağı temsilen kırmızıyı seçtim). Sanki bir yıl önceki beni ziyaret ediyordum. Refakatçi koltuğuna kuruldum. Siyah beyaz pötikareli pijamasıyla yarı yatar pozisyonda oturuyordu o ben karşımda. Şu anki halimden daha yaşlıydı. Yarım yamalak makyajı ve fönlü saçlarıyla bir şeylerin üstünü örtüyor olmalıydı. Umutsuzdu. Koca bir karanlığı tutmuş ve yutmuş gibiydi. Yaklaştım yanına. Ellerini tuttum sıkıca. “Her şey güzel olacak, güzel şeyler olacak, korkma ve geleceğine haksızlık etme sakın” dedim. Karnına dokundum sonra ve sözlerime devam ettim: “Sen de korkma küçük adam, hepsi geçecek ve pek yakışıklıymışsın sen”… “Bu kadın çok güçlü ve seni hiç yalnız bırakmayacak” diye de ekledim.

Sımsıkı tuttuğum elleriyle yavaşça kaldırdım beni yatağından,

Ve şimdi çıkıyoruz bu odadan.

Hoşça kal kırmızı rengine eşlik eden korku, kaygı, çaresizlik ve umutsuzluk.

Tüm bu yaşananları bu kelimelerle özgür bırakıyorum şimdi. Tıpkı elimdeki bu kırmızı uçan balonu, birazdan hastane çıkışında gökyüzüne uçuracağım gibi…

İşte şimdi özgürüm ben de…

Ve Mustafa’m bugün 1 yaşında…

Bu yazı İstanbul Sebahattin Zaim Üniversitesi Evlilik ve Aile Danışmanlığında öğrencim olan Semra GÜLER’in Davranış Bozuklukları Dersi bağlamında yazdığı gerçek bir olaydan esinlenen yazıdır. Yazmanın insanın psikolojik sağlığına olan katkısını ortaya koyması bakımından önemli bir yazıdır. Ömür boyu yanacak canı can yakarak (yüzleşerek) serinletmenin (iyileştirmenin) çok güzel bir örneğidir.

Güncellenme Tarihi
  • 12 Mayıs 2024, 11:29
Yazının Adı
Bir Travmanın Öyküsü