-Hatıra-
Oruç yemenin önüne geçmek kabil değildir. Bizde Ramazan ayının en mühim meselelerinden birini daima bu teşkil eder.
Eski devirde olsun, yeni devirde olsun, oruç yiyenlere huzur, oruç yedirmeyenlere dur durak yoktur. Hassaten bu sonuncular oruç yemenin muzaaf kurbanlarıdır, zira bir taraftan oruçlu olmak, diğer taraftan oruç yiyenleri tarassud, takip etmek düşününüz ne kadar müşkül bir vazifedir. Bunun içindir ki, her ne kadar vicdani bir mesele olursa olsun evinin haricinde oruç yiyenleri öteden beri pek kaba, pek mübalaatsız bulurum, hatta evinde bile alenen naks-i siyam edenler bence oldukça nezaketsiz ve oldukça zâlim kimselerden maduddur. Bu iş bana daima midevî olmaktan ziyâde hissi bir şey gibi göründü; esasen her günah hissi değil midir? Oruç tutmak veya oruç tutuyor gibi görünmek mecburiyeti aynı zamanda insani, içtimai ve terbiyevi bir mecburiyettir. Zira, ekseriyetin aç durduğu bir yerde ağız şapırdatmak, sigara dumanı savurmak her şeyden evvel terbiyesizce ve gayr-i insani bir harekettir ve her infirâdî hareket gibi bedii, güzel, zarif değildir.
Bazı müfrit yeni fikirliler zannediyorlar ki, naks-ı siyam edenlere karşı ittihâz edilen tedâbir dinidir ve dini meselenin ise kuvve-i icraiyyesi yoktur. Bu günah ve sevap vicdanidir. Bu doğru olabilir, fakat oruç yemek hususunda değil, zira oruç yemek biraz evvel değindiğimiz gibi hem dini, hem ictimai bir günahtır; vicdanın hürriyeti kanunun himayesi altındadır, fakat, şarilerinin vicdanını rencide etmemek şartıyla... Nitekim, sizi garip bir kıyafette veyahut, başınızda şapka ile sokağa çıkmaktan men etmek için ne şende ne siyasette vazıh, bir madde-i kanuniye vardır; fakat bulunduğunuz cemiyetin teamülüne, göreneğine mugayir harekette bulunduğunuz, muhitinizde aykırı kaldığınız içindir ki siz kanun nazarında müthem ve mahkûm telakki edilebilirsiniz. Her cemiyetin en esaslı düstûru budur: Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli. Deveyi gütmeyenler gitmemekte ısrar ederlerse birer cani değil, fakat her halde birer mecnûn telakki edilmeğe müstahak olurlar; Mecnûnların ise akıllılar arasında dolaşmağa hakları yoktur.
Demiştik ki, bizde her devirde; oruç yiyenlere karşı, hükümetçe birçok tedbirler ittihaz olunuyor, pek eski zamanlarda bu tedbîrler ne mahiyette idi, ne dereceye kadar ağır ve korkunçtu, bilemiyorum; fakat Sultan Hamid-i Sani devrinde oruç yemenin halli şimdi ki devre nisbetle epeyce müşküldü veyahut o zamanın polisinde zannederim, başka bir muhabbet vardı. Bu yüzdendir ki, hürriyet-i vicdaniyeye pek düşkün yeni fikirli gençler meyanında yarı aleni, naks-ı siyam adeta bir cesareti medeniye telâkki ediliyordu. Cepte ucu görünen “Tan” gazetesi taşımak, püskülsüz fes giymek, Perapalas otelinde birini ziyarete gitmek gibi... Fakat, bu gibiler içinde yakayı ele verince birçok aileler, desiselere baş vurmak veya polisin eline birkaç kuruş vererek işin içinden kurtulmağa çabalamak da ayrıca bir cesareti medeniye idi, böyle ahvalde kimisi Yahudi taklidi yapar, kimisi Ermeni şivesiyle görüşmeğe başlar, kimi de kendini deli gibi gösterirdi. Hiç unutmam, bir ramazan günü -şimdi on yedi sene var, ben çocuktum- akrabalarımdan bir hanım yanında kocası ve ben Boğaziçi’nden İstanbul’a inmiş, çarşıda öteberi almak için bir hayli dolaştıktan sonra Mahmud Paşa’da bir dükkana girmiş ve oraya yemek getirtmiştik. Akrabamdan olan hanım, ikide bir ya görürlerse diye telaş içinde fakat her halde bizden ziyade açlık ve istika gösteren kocasına dönüp: -bana ne sen kendini düşün, ben polise verilecek cevabı bilirim- ve beni göstererek: Buna gelince o da çocuk, diyordu. Dükkan küçüktü ve ne kadar gizlenirsek dışarıdan görülüyorduk. Onun için telaş ve endişe içinde idik. Nihayet korktuğumuz başımıza geldi, kapının önünde bir sivil polis dolaşmağa başladı, akrabamdan zatın benzi attı, yemekten vazgeçmek istedi, muvaffak olamadı, çünkü o dolaşan adam tarafından epeyce göründüğünü sezdi ve sahte bir lakaydî ile yemeğini yemekte devam etti, fakat sonuncu lokmayı ağzına götürmeğe vakit kalmadı, polis dükkandan içeriye giriyordu ve tâ yanımıza geldi, haşin ve müstehzi gözleriyle bizi süzmeğe başladı. Ben içimden akrabamdan hanımın bulacağı mazereti düşünüyordum ve bir an evvel onu söylemesini bekliyordum.
Hanım beni çok bekletmedi ve gülerek polisin yüzüne baktı, gayet sakin bir tavırla dedi ki;
- Efendim, benim mazeret-i şer’iyyem var.
Polis:
- Peki efendim, ya buna ne diyelim?
Dedi. Ben bu mazeret-i şer'iyyenin ne olabileceğini bir türlü tahmin etmiyor ve içimden, bittabi eniştem de aynı şeyi söyler ve kurtulur diyordum. Filvaki oda zevcesini taklid eden lakaydi bir tavırla:
- Benimde ma’zeret-i şer’iyyem var. Dedi.
Bu söz üzerine polis kendini tutamadı, güldü, güldü:
-Beyefendi, anlaşılan şeri’atla hiçbir alâkanız yok. Dedi, ben bu vakanın ve bu muhaverenin manasını epeyce zaman sonra anladım ve bu ise bir nükteyi bir saat sonra anlayan, fakat iyi anlayan bir Alman gibi güldüm.
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU
İkdam 23 Mayıs 1920 no:8360