Böyle bir dönemi görmek böyle bir duyguyu yaşamak da varmış. Yaşadığım yerde neredeyse ilk defa deneyimlediğim bir duygu ama bu yaşadığım yer ile alakalı bir şey değil olsa gerek. Çünkü, şu anda bulunduğum yerden çok daha kalabalık yerlerde de uzun süreli bulundum. Mahşeri kalabalıklar içinden hiç de rahatsız olmadan geçtim; lakin, yakın zamana kadar böylesine karışık bir duygu yaşamadım.
Semt pazarına gidiş yolu olan şehir merkezindeki ana yol bordür taşlarıyla ikiye ayrılmış. İki yolda belli bir süre aynı istikamete gidiyor ancak soldakinin az uzakta bir sapağı var başka bir yönden şehrin dışına sizi ulaştırıyor. Gerek sağ gerek soldaki bir zamanlar bütün olan ama şimdi bölünmüş bu yol müthiş bir zekanın ürünü.
Her iki yolun üzerinde dükkanlar var, ister istemez araçlar, insanlar yolun yanında, dükkanın önünde duruyor ve bir araç durduğunda o tekrar hareket edene kadar arkadakiler bekliyor. Aslında güzergâh geçici kalıcı park edilmez uyarısını gösteren levhalarla dolu. Ama nafile.
Hususi bir araç içinde iki kişi, bölünmüş yolda park etmiş. Benle birlikte onlarca araç arkasındayız. Aracın içindekilerin bir acelesi yok, belliki üçüncü kişiyi bir dükkana göndermişler, bekliyorlar. Arkasında da biz. Derken kornalar çalmaya başladı, klasik manzara, süreç ve sonuç. İçerdekiler kulak bile asmadılar, hararetli muhabbetlerine devam. Neyseki motordayım. Önümde dörtlülerini yakmanın güvencesinde. Aracın sol tarafından sığacak kadar yer var, onların hareket edeceği yok, bekliyoruz ama hareket edip geçme niyetindeyim. Tabi memleket benim çocukluğumun naif ve nazik halinden çok uzakta. Sadece önünüze değil, sağınıza solunuza, arkanıza hatta ve hatta asfaltın kendine, gökyüzüne de dikkat etmeniz gerekiyor çünkü maazallah her şey olabilir; geçiş üstünlüğü kuralda değil güçlü olanda.
Ben hareket eder etmez sanki zemberiğinden boşalmışcasına bekleyen herkes eş zamanlı hareket kararı almışcasına bir hale girdi. Ve bir an kendimi film setinde dublörlük yapan biri gibi hissettim. Aktörlere genelde bir şey olmaz, yapılan tehlikeli sahneden seyirciden alkışı alır ama dublörün kelle her daim koltuktadır. Öyle bir sahne ki her şey ve herkes aynı anda aynı küçük, minnacık aradan sıkışıp gitmeye kararlı. Hatırlatayım o aralık bir motorun bile ancak dikkatle geçebileceği kadar dar.
İlk defa kalabalıktan tekin olmayan bir sezi aldım. O an o kalabalığın önemsediği tek şeyde benim yaşam hakkımın varlığının bir anlamı yoktu. Size kelimelerle anlatamam. Her yerden ve yönden insan, araç fışkırır mı? Hem de durmaksızcasına ve hoş bir benzetme olmasa da başı kesilmiş tavuk gibi…
Herkesin diğerini ezip geçmede haklı bir acelesi var galiba. Görüntü tam bir ortadoğu görüntüsü. Sokaktaki bu düzensizlikte orman kanunları hakim, güçlünün hukuku üstün. Başkasının hayatını bataklığa çevirmek, kendi gemisini kurtarmak, sıkılmış yumrukların açılmış elden, çatılmış kaşların tebessümden güçlü olduğu, azgelişmişliğin ve görgüsüzlüğün parayla aşılabileceği inancı…
Milisaniye ne kadar izin verdiyse o süre içinde neredeyse paranoya alanındaki herkesin yüzüne bakabildim ve neredeyse her yerde bireysel trajedi gördüm. Aslında gördüğüm her şeye üzülen, şikâyet eden, bağıran çağıran ama kendinden başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen kabaca bencil bünyelerin baştacı “benden sonrası tufan’dı”.
Varlığıma yapılan linç girişiminden, yaşam hakkına tecavüzden sonra o hengameden bir şekilde sağ salim çıkabildim ve apaçık bir mezat olan semt pazarına varabildim. Bendeki bitmez salaklığa bazen hayret etmiyorum değil, bir insan bir günde kaç olumsuzluk kaldırabilir ki. Mezat diyorum çünkü fiyat ve davranış her gelene nedense farklı. Toplum hakkında çözümlemelerimin doğal ortamı burası. Hem seviyorum bir o kadar da almış yürümüş, normalleşmiş pisliğinden dolayı içimde bir tiksintiye neden oluyor. Pahalılığına rağmen boşuna mağazalara gitmiyor insanlar.
Doğada yüzlerce karıncanın takılmadan, engel olmadan birlikte var olabilmesini bir mucize olarak görürüm. Karıncanın yapabildiği ama semt pazarında yapılamayan bu davranışın nedenlerini düşünmekten sıyrılmak üzereyken bir tezgâhın önünde buldum kendimi. Hani şu alta mavi muşambanın, üstüne değişik meyve sebzenin serildiği, üstündekilerin sıcaktan porsuduğu, hal böyle olmasına rağmen ürünü taze tutmak konusunda hiçbir girişim ve gelişmenin gösterilmediği, en iyilerin önde ve üste sergilenip çürüklerin altta gizlendiği, alınan çürük meyve sebzenin çürümesinin yol boyunca ve evde de devam ettiği bir tezgâh.
Az ötede tezgahtar başka bir müşterisinin tartısını yaparken benim yanımda duran neredeyse aynı yaşta olduğumuz adam tezgahta serili olan mürdüm eriklerini tek tek yoklayarak poşetine dolduruyor. Ama ne yoklama. Erikler sıkılmaktan orgazm halinde, perişan. Bende kendisini izliyorum acaba şu anda ne düşünüyor, meyvenin seçilmesine genelde izin vermeyen esnaf bu durumu gördüğünde ne diyecek, iyisini kendine seçene başka aldırış eden etmeyen var mı diye bakınırken bir yandan da bu iyiyi kendime kötüyü başkasına kültürünün sebebi ne olabilir diye de düşünüyorum (çuvaldızı kendine iğneyi başkasına çok geride kalmış). O sırada esnaf hışımla geliyor, adamı göz ucuyla tartıyor, alt edebileceği biri olmadığına hükmetse gerek ağzını burnunu ekşitip “cık cık” yaparak alışverişi tamamlıyor. Sıkıştırılmaktan pert olmuş kalan mürdüm eriklerine ve alan adama bakıyorum, poşetten çıkardığı diri erikleri iştahla yemeye koyuluyor. Diğer insanların da diri erik yeme isteklerinin olabileceğini umursamış mıdır acaba?
Şimdi bu adam yanlış mı yapıyor diye kendime soruyorum. Bir tarafım yüzdeyüz yanlış diyor. Kendinden sonrakilerin hakkı, iyiliği önemli değil, tek önemli olan kendisinin durumu. Bir tarafım kısmen haksız değil diyor. Çünkü bazı pazarcı esnafın halka layık gördüğü davranışın boyutları bu sayfaları aşar.
Ama yine de benden sonrası tufana küçük bir örneğin ardından tüm bu işler nasıl düzelecek diye düşünmeye koyuluyorum. Belki de düzelmesine gerek yok, ne de olsa her oluş bir bozuluşa gebe, her bozuluş da yeni bir oluşa. Zamanım yeter de görebilir miyim, bilemiyorum.
Çalıştığım kurumun önündeki bankta düşüncelerimi sakinleştirirken buluyorum kendimi. Bu sırada üç kişi, ikisi kadın, karşımda beliriyorlar. Ailenin kızı üniversiteyi kazanmış ve bizde okuyacak. Tebrik ediyorum. Kızımız yanlarında değil, belli ki bu üçü kızımızdan daha istekli ya da heyecanlı, sebebini bilmiyorum ama o gencin öncü ziyaretteki eksikliği dikkatimi çekiyor. Baba bir kurumdan emekli. Başlıyor sosyal medya mezarlığından mezar taşı kazımalarına. “Ulaşım problemi varmış, kantin ve yemek problemi varmış…” Düşünüyorum, zorlanmaya asla gelemeyen, fanus içinde koruya geldiğimiz gençlerimiz için bunlar elbette önemli unsurlar ama daha önemli olan sorun gözden kaçmıyor mu? Okumanın insana katkısı ne, mezunlar ne yapıyor, gerçek ne?
Toplumla bağımın zayıfladığını gözlemliyorum.
Sığınağım olan evime dönüyorum. Sonra, elim düşüncelerimi uyuşturmak için kumandaya gidiyor.
Sahne sanıldığından da kahredici: Mecliste vekil diğer vekili yumrukluyor.
Ağır baskı altında kalan, kendini aşağılanmış hisseden, yaşadığı olumsuz durumdan çıkış yolu bulamayan, kendisini dar alanlarda sıkışmış hisseden ya da kendini ifade etmekte yetersiz kalan insanımız her yerde beklenmedik ağırlıkta şiddet olaylarına yönelebiliyor.
Moda olmuş toplumsal cinnet ve şiddet sadece yukarından aşağı değil aşağıdan yukarı fasit bir dairede devam ediyor.
İlk defa gelecekle ilgili huzursuz ve tekinsiz bir duygu beni sarıp sarmalıyor, endişe ediyorum ve sanırım yalnız değilim.