Uzun zamandır dinlenme maksadıyla seyahat etme fırsatı bulamamıştık. Çoluk çocuk bir yerlere gitsek çok iyi olur diye düşünürken bir yakınımın tavsiyesi ile bir Ege kasabasında birkaç gün istirahat etmeye karar verdik.
Sabahın erkence bir vaktinde yola koyulduk. Memleketimizin en yeni oto yollarını, köprülerini kullanarak gayet konforlu bir yolculukla uzun sürebilecek bir mesafeyi nispeten makul bir sürede aştık.
Otoyollardaki yolculuğumuz esnasında gördüğüm ekolojik köprüler beni fazlasıyla mutlu etti. Bu köprüler sayesinde yaban hayvanlarının otoyollar tarafından bölünen doğal yaşam alanları arasında hiçbir tehlike ile karşılaşmadan geçiş yapabiliyor olmalarına sevindim. Doğayı kendi amaçları için genellikle acımasızca kullanan insanın aynı zamanda doğada yaşayan diğer varlıkları düşündüğünü gösteren nadir güzel uygulamalarından biri olarak kabul ettiğim bu eserlere hayranlıkla baktım. Umarım bu yaklaşım yaygınlaşır ve çok farklı alanlarda benzeri uygulamaları görürüz diye hayal ettim.
Otoyoldan çıkınca önce çift şeritli devlet karayoluna ardından da tek şeritli bir yola geçiş yaptık. Yolcuğumuzun bu son kısmının ilk aşamasında çam ağaçlarının akabinde zeytin ağaçlarının arasından geçerek kısa tatilimizi geçireceğimiz kasabaya ulaştık. Burayı bize tavsiye eden yakınımızın ayarlamalarını yaptığı konaklama tesisine yerleştik.
Sabahın erken saatlerini yüzmeye, öğlen saatlerini çevredeki tarihi ve kültürel mekânları gezmeye ve akşam saatlerini de kasaba sahilinde hafif yürüyüşlere ve dinlenmeye ayırdığımız bir plan yaptık.
Gelirken buranın filmlerde ya da dizilerde yer aldığı gibi küçük bir kasaba olacağını düşlemiştim. Lakin biraz irileşmiş ve devam eden yapılaşma çalışmalarından anladığım kadarıyla gelecekte önemli bir turizm merkezine dönüşebilecek bir yer vasfına sahip duruyordu. İnşallah bu belde abartılı bir biçimde büyümez ve turizm hareketlerinin olumsuz ekonomik, sosyo-kültürel ve çevresel etkilerine maruz kalmaz diye hatıralarıma not düştüm.
Özellikle akşam yürüyüşlerinde fark ettiğim ve etrafı saran melisa kokusuna bayıldım. Bana yıllar öncesinde Antalya’da hissettiğim narenciye kokularını hatırlattı. Maalesef Antalya’da o kokuları alabileceğimiz portakal ve mandalina bahçeleri yerlerini binalara bıraktı. Çocuklarımın o kokuları hissedememelerine hayıflandım. İnşallah melisa kokuları buradan hiç kaybolmazlar diye geçirdim içimden.
Düzenlediğimiz günlük kültür gezilerinden büyük haz aldım. Binlerce yıl öncesinde kurulmuş medeniyetlerin kalıntıları arasında gezerken hem o medeniyetlerin ortaya çıkardığı eserlerden etkilendim hem de kurduğumuz medeniyetler ne kadar büyük olursa olsun sonlu olacağını gördüm. Gelirken üzerinden geçtiğimiz yolları ve köprüleri bu bakış açısı ile bir kez daha düşünüp kibirlenmemiz gerektiğini söyledim kendi kendime.
Bunların dışında etkilendiğim husus deniz oldu. Tertemiz ve neredeyse Konyaaltı Plajı sıcaklığında bir deniz suyu ile karşılaştım. Özellikle sabahları çok erken saatlerde uzun süreli yüzmelerim bana şükür ve tefekkür zamanları gibi geldi. Böyle bir güzellik karşısında şükretmekten başka ne yapabiliriz ki?
Son sabah yüzerek karadan oldukça açıldım. Hava henüz karanlıktı. Acaba derinler nasıldır düşüncesi ile daldım. Denizin içinde zifiri karanlık içimi ürpertti. Hızlıca yüzeye çıkıp karaya baktım gözüme o kadar uzak geldi ki! Bir anda bu koca deryanın içinde ne kadar küçük bir varlık olduğumu kavradım. Aynı anda aklıma Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Yunus kıssası geldi. Denize atılışı, karanlıkta kalması, balığın karnında yaşaması ve yaşadığı korku ile birlikte kulluğunu kavrayıp Allah’tan yardım isteyişi! Anlatılmak istenilen dersi o anda kendi adıma aldım.
Tadı damağımda kalan beş günlük bir tatilin arkasından defterime melisa kokularını almaya devam etmek istiyorsan doğaya saygı göster, tabiatın içerisinde sonlu ve aciz bir varlık olduğunu unutma ve imkân bulursan bu Ege kasabasına tekrar git diye yazdım.