İnsan yavrusu bir başkasının yardımı olmadan hayatta kalamaz. Bir başkasının yardımı olmadan yaşama tutunma insanda evrensel bir eksiklik duygusunun da temel nedenidir. İnsan doğduğu anda bir başkaya bağımlı olmak zorundadır ve aynı zamanda da bencil bir varlıktır. Yani insan doğduğu andan itibaren bir çelişki ile hayata merhaba der. Bu iki durum (hem eksiklik duygusu hem de yaşadığı çelişki) ile baş edebilmek için sürekli çabalayan insan eksi bir durumdan artı bir duruma geçmeye çalışır. İnsanoğlunun yaşamış olduğu eksiklik duygusu ve bencilliğine karşın yaşadığı bağımlılık duygusu ile baş edebilmek için hayali ya da gerçek yaptığı her şey onun yaşam stilini oluşturur, bir başka deyişle kişiliğini oluşturur.
İnsanoğlunun yaşam tarzını oluşturma sürecinde en önemli faktör onun bakımını üstlenen insanların gelişimsel süreçte hem fiziksel hem de psikolojik ihtiyaçlarını karşılama niteliğidir. Gelişimsel süreçte en önemli olan şey çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan davranışların dengeli, düzenli ve tutarlı olması gerekmektedir. Çocuğun ihtiyaçlarının dengeli, düzenli ve tutarlı bir şekilde karşılanması sonucunda çocuğun kazanacağı en önemli iki duygu “güven” ve “ait olma”dır. Çocuğun daha sonra kazanacağı duygular, benlik ve kişilik bu iki duygunun üzerine inşa edilecek denilebilir. Bu bağlamda anne-babaların çocuklara bırakacağı en temel iki sosyal miras, güven ve ait olma duygusudur. Böyle bir durumda birey bağımsızlık ve bağımlılık duygularını birlikte yaşar. Kendinden hoşnut olur ve diğer insanları da olduğu gibi kabullenmeye başlar. Bu insan diğer insanlara bağımlı olmak zorunda olmadığını bilir aynı zamanda onlara yaklaşmaktan da korkmaz.
Güven ve ait olma duygusu olmadan insan ne kendisi ile ne de yaşamış olduğu sorunlarla yüzleşemez. Bu iki duygu cesaret duygusunun da temelini oluşturmaktadır. Bunun tersi bu iki duygudan yoksun bireyler cesareti kırılmış, eksiklik duygusu ve bağımsızlığa karşı bağımlılık duygusunu kazanmış bireyler olarak hayatı yaşamaktadırlar. Bu insanlar hayatı el freni çekilmiş olduğu halde ilerlemeye çalışan bir araba gibi yaşarlar. Hayat onlara huzur ve güven veren bir şey olmaktan daha çok yük gelemeye başlar. Bu durumda şu soruyu sormak artık kaçınılmaz olmuştur: “Bir insan nasıl bu duruma gelir?”
Bu sorunun belki de birden çok cevabı olabilir. Herkes bu soruyu okuduğunda aklına bir cevap gelmiştir. Bu cevaplar bazen sadece cevabı veren ya da cevabı düşünen kişi için doğru olabilir. Herkes için geçerli olabilecek ve bir anlamda doğru diye düşünülen ve bu bağlamda da yapılmaya devam edilen “Ben çektim o da çeksin ya da ben yaşamadım o yaşasın” anlayışı bu sorunun cevabı olabilir.
“Ben çektim o da çeksin” anlayışı çocuğun gelişimsel süreçte birçok engelle karşı karşıya gelmesine neden olmaktadır. İhtiyaçları dengeli, düzenli ve tutarlı bir şekilde karşılanmayan birey hissettiği bu temel eksiklik duygusundan kurtulmak için yapacağı davranışlar hem kendisine hem ailesine hem de ülkesine zarar verebilecek bir tarz alabilir. Çünkü eksiklik duygusu bireyi motive eder. Eğer bu eksiklik duygusunu giderme ile ilgili engellemeler ile karşı karşıya gelir ise başvurabileceği en temel davranış şekli saldırganlıktır.
“Ben yaşamadım o yaşasın.” Anlayışı da çocuğun sabretme, mücadele etme, erteleme ve vazgeçme gibi özellikleri yanında sosyal yaşam için gerekli paylaşma, işbirliği yapma, iletişim kurma ve sorumluluk alma gibi temel dinamiklerin de kazanılmasını engellemektedir. “Ben yaşamadım o yaşasın.” Anlayışı bireyin aşırı bağımsızlaşmasına neden olmaktadır. Aşırı bağımsızlaşma bireyin kendini kontrol etmesini engeller. Kendini kontrol edemeyen insan ne zaman, nerede ve nasıl davranacağı konusunda tutarsız davranışlar ortaya koyabilmektedir. Bu davranış tarzı bireyin güvenilir bir kişi olarak algılanmasını engelleyen en temel faktördür denilebilir.
Sonuç olarak, ister “ben çektim o da çeksin” isterse de “ben yaşamadım o yaşasın” anlayışı olsun bireyin hayatını el freni çekilmiş bir kamyon gibi yaşamasına neden olmaktadır. Ya kendine ve diğer insanlara karşı öfke, kin nefret ve saldırgan davranışlara sahip bir birey ya da diğer insanların ne düşündüğü ya da ne hissettiğini bilmeden sadece kendi istek ve ihtiyaçlarını gidermeye odaklanmış bir birey ortaya çıkıyor. Bu durumda şunu söylemek gerekiyor: “Çocuğum benim çektiğimi çekmek zorunda değil ve benim yaşayamadığım şeyi çocuğum yaşamak zorunda değil. Benim çocuğum kendini seven, kendini kabul eden, kendini değerli hisseden, kendisi ile barışık, neyi başarabileceğini, neyi başaramayacağını bilen ve bu farkındalıklara dayanarak insanlarla iletişim kurabilen ‘İYİ BİR İNSAN’ olmalıdır.”