Yaşamı, Farkındalık, Hatırladığımız ve Unuttuğumuz olmak üzere üç temel psikolojik alanda tecrübe ederiz. Bu alanlar arasındaki denge bozulduğunda, özellikle de Unuttuğumuz Alan gereksiz yüklerle dolduğunda, benliğimiz yabancılaşmaya başlar. Bu yabancılaşmanın en büyük tetikleyicisi, herkes tarafından sevilme arzusudur; bu uğurda kendi duygularımızı inkâr eder, bastırır ve başkalarının istediği rolü oynamaya başlarız. Bu süreçte kazanılan tüm sevgi ve onay, aslında bizim değil, oynadığımız rolün hanesine yazılır. İşte tam bu noktada, kişi kendi gerçekliğini ifade etmeye yaklaştığında, aslında hiç sahip olmadığı -kendi olmama pahasına elde ettiği- kazanımları kaybetme korkusuyla yüzleşir. Oysa beden asla unutmaz ve bastırılan duyguların bedelini tıbbi nedeni olmayan şikayetler, yani somatikleşme ile öderiz. Bu analizde, kendini sevmeyi başaramayan bireyin nasıl kendi benliğinden vazgeçerek korku dolu bir döngüye girdiğini ve bu döngüyü kırmanın tek yolunun kendini koşulsuz sevmekten geçtiğini inceleyeceğiz.
Hayatı üç alanda yaşadığımızı söyleyebilirim. Bir başka söylemle hayatı yaşamak için üç temel alana ihtiyaç duyarız. Birincisi farkındalık alanıdır. Kim olduğumuzu, ne zamanda olduğumuzu, nerede olduğumuza ilişkin farkındalık düzeyini ifade eder. Bu farkındalık alanı koruyucu ve güçlendirici deneyimlere ihtiyaç duyarız. Bu alana ilişkin farkındalık bir anlamda ön görerek yaşamanın da temeli oluşturur. Düşünce, duygu ve davranışlar bu farkındalık alanı dışında kaldığında psikolojik problemler başlar ki bu en bilinen şekli kendine yabancılaşmadır. Sahip olduğumuz diğer alan ise hatırladığımız alandır. Bu alanda olan her şeyin yerinde ve zamanında olması gerektiği kadar istediğimizde farkındalık alanına gelmesini isteriz. Bu alanda olup farkındalık alanına gelmeyen ya da getirilemeyen materyalin kendisi değil fakat gelmemesi kişide katlanılması zor bir baskıya neden olmaktadır. Bu bağlamda birçok insan psikolojik danışmaya başvurarak hatırlaması gerekenleri neden hatırlayamadığı için yardım almaktadır. “Hatırlamama yardım et” hatırlanması gerekeni unutmak, kişinin her türlü yönelimine; kişisel, zamansal ve mekânsal yönelimine olumsuzluk olarak yansıyabilmektedir. Son olarak sahip olduğumuz üçüncü olan ise unuttuğumuz alandır. Bu alanda olanların farkındalık alanına ulaşmaması için insan uykuda iken dahi enerji harcamak durumundadır. Gördüğü kâbusların içeriği sadece rüyada değil uyandıktan sonra da etkisini rüyaya eşlik eden duygular ile gün boyu yaşamaya devem eder. Bu bağlamda çoğu insan “ne olur unutmama yardım et” diyerek psikolojik yardım almaya gidiyor. Rabbimin insanlara bahşettiği nimetleri saymakla tüketemeyiz ve fakat sanırım bu nimetlerden belki de en önemlisi olan unutmaktır. Unutmak olmasaydı ve yaşadığımız her şeyi hatırlasaydık ne olurdu? Hiç düşündünüz mü?
Bu alanlardan üçüncüsü olan yani unuttuğumuz alanın gerekli, gereksiz, yerli yersiz ve sorumsuzca doldurulmasının bedelini tıbbı nedeni olmayan bedensel şikayetler ile doktor doktor, il il ve sonra da hoca hoca gezinerek ödemek durumunda kalıyor insan. Yaşadığı, hissettiği, tanımladığı ve taşımaya başladığı duyguların dile gelmesini engelleyen insanda beden kendi dili ile konuşmaya başlıyor. Beyin ya da zihin ve bu bağlamda farkındalık alanın dışında kalanları bedensel şikâyetler ile kişi yaşamaya başlıyor çünkü beden asla unutmuyor. Sevilme umudu ile herkesi sevmek zorunda kalan insanın unuttuğu alanı çok daha erken bir zamanda (30 yaşında önce) dolmaya başlıyor. Herkesin sevgisini kazanmanın tek yolu herkesin oynamanızı istediği rolü sorgusuzca oynamaya bağlıdır. Herkesin size yüklediği ya da herkesin sizden beklediği kişi olabilmenin tek yolu da duygularınıza yabancılaşma ile mümkündür.
Duygulara yabancılaşma nasıl gerçekleşir sorusu bu aşamada çok daha önem kazanmaktadır. Duygulara yabancılaşmanın ilk şekli onu inkâr etmektir. İnkâr kişinin hissettiği duygu ile dışa vurduğu duygunun çelişmesidir. Yapılan ya da yapılmayan bir eyleme karşı üzüntü hisseden kişinin üzüntü yerine mutluluk olmuş gibi davranmasıdır. Hissedilen duygu ile dışa vurulan duygunun çelişmesi kişinin sadece duyguyu inkâr değil bir anlamına kendini de inkâr etme anlamına geliyor denilebilir. Duygulara yabancılaşmanın bir diğer yolu ise onları bastırmakla gerçekleşir. Bastırılan her bir duygu kişinin kendisine ait olmayan yükleri taşımaya başlaması anlamına gelmektedir. Danışmaya gelen; annesinden, babasından, kardeşlerinden, komşularından, eşinden söz eder ve bu kadar kişi konuşma konusu olunca zaman geçer ve ben ona “danışmaya kimle geldiniz diye sorarım” o da “yalnız geldim” diye cevap verir. Ona tekrar düşün istersen geldin geleli sen hariç herkesi konuştun ve yalnız geldiğini söylüyorsun. Duygularına bu şekilde yabancılaşan insanlar bir anlamda kendi olmak yerine istenilen kişi olarak onu seven birçok insanın varlığından bahseder. Sonra gerçek duygularını kelimelere döküp ifade etme durumu iyileşmenin tek yolu olduğunu anlayıp kabullendiğinde, kişide bir kaybetme korkusu oluşur. Kazandığı şeyleri ya da kazandığını düşündüğü kişileri kaybetme korkusu. Kendiniz olmadan kazandığını bir şeye ya da olmak istediğiniz kişi yerine olmanız istenen kişiye dönüştükten sonra senin “benim” diyebileceğin neyin var ki? Aslında insan hiç sahip olmadığı şeyleri ya da kişileri kaybetme korkusu yaşıyor boşuna!
Bu bağlamda insanın kendisine yapacağı en büyük “kötülük” ya da kendi olması önündeki en büyük engel herkes tarafından sevilmeyi amaç edinmektir. Herkes tarafından sevilmeyi amaç edinen insanların bunu başarmasının tek yolu herkesi sevmektir. “Ben seni sevdim sen de beni sev” alışverişi yaşam döngüsünün merkezinde yer alır. Belki de esas soru “herkesin sevgisini kazanmak hangi kişilerin temel amacı haline gelir?” Bu sorunun tek cevabı: kendini sevmeyi başaramayan kişidir denilebilir. Bu bağlamda bir kişiye yapılacak en büyük ve asla bitmeyecek iyilik onun kendisini sevmesine yardım etmektir. Kendini sevebilen insan kendini bir başkasında var edebilir ve aynı zamanda bir başkasını da kendine var edebilir. Boşanma aşamasında olan bir kadın eşine, kendimde olan seni sende olan kendimi özledim. Çok bekledim ne kendimi sende ne de seni kendimde var edemeyeceğimi anladım. Boşanmış kızına babası “kızım biz seni çok sevdik, her halini sevdik ve biz bunu sanan hissettirmeye de çalıştık. Ne oldu da böyle bir duygusal boşluğu doldurmak için yaptığın evliliğin o boşluğu doldurmadığını anladın ve boşandın” diye söylenince kızı babasına “ sizin beni sevmenizin düzeyi ya da değeri benim kendimi sevdiğim kadardır” olmuş. Sevildiğinden emin olan her birey içinde bulunduğu yaş ne olursa olsun yaşadığı belirsizlikleri kaygıya kapışmadan, yaşadığı travmaları sterse dönüştürmeden, karşılaştığı engelleri çaresizlik olarak görmeden, geçmişi ve geleceği anda yaşayabilen bir kişi olabiliyor.
Tüm bu analizler gösteriyor ki, insanın kendisine yapacağı en büyük iyilik, herkesin sevgisini kazanma amacından vazgeçerek kendi benliğine dönmekten geçiyor. Zira kendi olmaktan kaçınarak kazandığımız her şey, biz gerçek duygularımızı ifade etmeye başladığımızda zaten boşluğa düşmeye mahkûmdur. Bedenimizin kendi diliyle konuşmasını durdurmanın ve "Ben Olmadan Kazandıklarımızı Kaybetme Korkusu" döngüsünü kırmanın tek yolu, kendimizle kurduğumuz ilişkiyi onarmaktır. Öyleyse, bu bilinçle hareket ederek, teoriden pratiğe geçmenin ve kendimizi koşulsuz sevmeyi öğrenmenin somut adımları nelerdir? İşte psikolojik sağlığımızın temelini atacak o pratik yollar:
Kendini sevmenin ilk adımı, kendi enerjinizi korumaktır. “Herkesi sevmek zorunda kalan” kişi, genellikle sağlıklı sınırları olmayan kişidir.
Metninizde bahsedilen somatikleşmeyi durdurmanın tek yolu, duyguları “Unuttuğumuz Alan”a atmayı durdurmaktır.
Kendini sevmeyi başaramayan bireyler, genellikle iç sesleri tarafından acımasızca eleştirilirler.
Metnin en güçlü sonuç cümlesini eyleme dönüştürmektir: Kendini seven insan, kendini bir başkasında var edebilir ve bir başkasını kendine var edebilir.
Yazının sunduğu psikolojik alanlar, yabancılaşma ve öz-sevgi üzerine düşünerek, kendi yaşamınızla ilgili şu sorulara cevap aramayı deneyin: