Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Balkanlar Seyahati-5

Balkanlar Seyahati-5

Dubrovnik

Yeni bir ülke ve şehirdeydik. Burada ecdadımızın mirasına pek tesadüf edemeyecektik. Ancak Rabbimizin mülkünün güzelliğini görmek onu tefekküri ve teşekküri bir gözlükle seyretmek bence yolculuğumuzun en anlamlı duraklarından biri olacaktı.

Hırvatistan’ın Dubrovnik şehrine doğru yol alırken kısa zamanda nihayetine erişmenin imkânsız olduğu Adriyatik denizinin kıyılarında bulduk bir anda kendimizi. Mavi ile yeşilin birbirine bu kadar çok yakıştığı az yerlerden birinin seyrinin zevkiyle bakışımız tefekkür duruşumuz da teşekkür oldu bu yerlerde.

Ülkemizden götürdüğümüz azıklarla yolda helal gıdalanarak -ki böyle yerlerde bu helal gıdalanmanın zorluğunu biliyorduk- Dubrovnik’e vardık.

Gerçekten manzara muhteşem şehir de harikaydı. Koylarında insanlar sahile sere serpe yayılmış denizin tadını çıkarmak için suyla aşk yaşamayı her tarafa anlatırcasına Adriyatik’in eteklerine kendilerini atmışlardı.

Önce eski şehre vardık. İmar edilmiş muhteşem kalesi ve kalenin içindeki -filmlerdeki gibi- daracık sokaklar adeta açık hava hapishanesini andıran kale içini gizemli gördük. Bilhassa bu daracıklığın hafakanlığını gideren rengarenk çiçeklerle evlerini süsleyen manzaralarla karşılaştık.

Ruhumuzun ufku bu kale içinde daralırken denizin kenarında ezeli lezzetini almaya başladı. Seyirlerdeki hayret ve hayranlık her şeyi yaratan Rabbe idi elbet. Hayvani hürriyetle bu lezzetleri kirletenler çoklukta olsalar da rıza-i ilahinin nitelikte olduğunu biliyorduk. Varsın denizin kıyısında yüzmek kumsalına uzanmak hatta hayvan gibi tepinmek onların olsun. Ufkun derinliği, Adriyatik’in sonu görünmeyen sonluluğunun sonsuzluğa açılan bir kapı gibi bize gelmesi Dubrovnig seyahatimizin kısalığıyla beraber anlamlılığını tamamlar gibiydi.

Denizle kıl gibi ince bir bağlantısı olan Aziz Stefan adasını da gönül inceliğiyle seyrettikten sonra yolumuzun yönünü Montenegro’ya çevirirken yine bir Yahya Kemal şiiri düştü dilimize.

Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç;

Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç!

Cihâna bir daha gelmek hayâl edilse bile,

Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.

Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan

Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.

Gurûba karşı bu son bahçelerde, keyfince,

Ya şevk içinde harâb ol, ya aşk içinde gönül!

Ya lâle açmalıdır göğsümüzde yâhud gül.

 

Hersek Novi

Hayat hiçbir zaman müstakim bir hat üzerine gitmez. Çıkışlar ve inişler onun rutinidir. Bu rutine hazırlıklı olanlar hayal kırıklığını çok az yaşarlar.

Denizin ihtişamı, tabiatın yeşilliğinin ruhu ihtizaza getiren taraveti ve bu beldenin aslına uygun bir tarzda imar edilerek estetik peyzajı tamamlayışı bizi bir anda gevşeme ritmine sokarak beklentimizi yükseltmişti. Masal ülkesi gibi ismi kulağımıza çalınan bu küçük balkan ülkesi Montenegro’ya yol alırken hep aynı halin devam edeceğini düşünmüştük. Ancak yanılmışız.

Başka ülkelere yolculuğun en kaygılı zaman dilimi sınır kapılarında karşılaşılacak bir düzine meçhule doğru yol almanızdır. Biz de bu serüveni yaşarken bu meçhule doğru yol almıştık. Montenegro sınır kapısına kadar geçtiğimiz ülkelerin kapılarında herhangi bir aksilikle ve uzun bekletmelerle karşılaşmamıştık. Ancak bizi burada bekleyen meçhul canımızı çok sıktı. Çünkü beş saatten fazla yolda beklemiştik. Artık bütün güzellikler efsununu kaybetmiş ve Karadağ sınır kapısındaki çile bizi canımızdan bezdirmişti. Kilometrelerce araç kuyruğu oluşmuştu. Ancak hiç kimse ne sinirli ne de mutsuzdu. Hele aracının kornasına basan bir kişiye rastlamadık. İnsanlar sahilin rahatlığıyla ve yolun sonunun görüleceğinin ümidiyle yavaş yavaş yol alırken sadece arada bir araçlarından dışarı çıkıyor ve meraklı gözlerle uzun araç kuyruğunun gişelere taraf uzanan tarafını merakla gözlüyorlardı o kadar.

Çileli ve uzun bekleyişle Montenegro sınır kapısından içeri girdik ve durmadan yolumuza devam ettik. 

 

Kotor

Karadağ’ın şirin bir kıyı ve körfez şehri olan Kotor’da gecelemek planımızdı. Lakin vakit dardı. Yorgun ve aç bir halde cehennem zebanilerini hatırlatır tünel sesleri eşliğinde şehre vardık. Çok şirin bir körfez şehri olan Kotor aynı zamanda mini bir hisar kentiydi. Ecdadın esamisinin görülmediği bu şehirde bir apartman konaklamasında ve körfezin en hakim manzaralı mevkiinde geceyi geçirdik.

Karadağ uzun süre Osmanlı hakimiyetinde kalmış ve birçok Osmanlı eseri buralarda inşa edilmiş. Bugün pek azının varlığı mevcut olan bu eserler umumiyetle, Rojaye, Taşlıca, Podgoriça, Ülgün ve Bar şehirlerinde bulunur. Rotamız buraya uğramadığından ve dahi vaktimizin darlığından ecdadın buralarda kalan miras kalıntılarını pek göremedik.   

 

Budva
Güzel Kaleiçi inşası ve şehri içine alan suyuyla naif bir peyzaj oluşturan Kotor’dan yorgunluğumuzun bir kısmını atarak ayrıldık. Hemen yanı başında olan ve kendisine çok benzeyen Budva’ya vardık.

Bir sahil şehri olan Budva’da da pek ecdat yadigarlarına tesadüf edemedik. Lakin burası da Allah’ın cemalinin tecelli ettiği güzel coğrafyalardan biriydi.

 

İskodra

Arnavutluk’un benim için en önemli tarafı Mehmet Akif’ti. Benki Arnavutum diyen İstiklal ve istikbal şairimiz hiçbir gururlanmanın kaynağının milliyet olamayacağını söyler. Bütün ömrünü İslam için harcayarak tek milliyetimizin hatta insanlık için miras bıraktığımız somut medeniyetin kaynağının İslamiyet olduğunu söyleyecekti. Bu tarafından ötürü Arnavutluk hep sevimli ve gizemli gelmiştir bana. Merakla o coğrafyaları görmek istemişimdir. Mehmet Akif’in de o mübarek simasındaki bu topraklara karşı olan gurbet hissini de hep anlamak istemiştim.

Ömrünü İstanbul’da geçiren ve bu topraklara daüssılası hiç bitmeyen Yahya Kemal’in gurbet şiirindeki hüzün ve keder Mehmet Akif için de geçerli sanki.

Gurbet nedir bilir mi o menfâya gitmiyen?

Ey gurbet, ey gurûbu ufuklarda bitmiyen

Ömrün derinliğinde süren kaygı günleri!

Yıllarca, fakr içinde, hayâtın hüzünleri.

Bir çöl çoraklığında hayâlin susuzluğu;

Hem uyku ihtiyaçları, hem uykusuzluğu.

En sinsi bir ezâ gibidir geçmiyen zaman;

Bin türlü başka cevri de vardır ki bî-aman;

Yalnızlığın azâbı her işkenceden beter;

Yalnız bu kahrı insanı tahrîb için yeter.

Arnavutluk’un diğer tarafı ise Tiran ile somutlanan soğuk yüzüdür ki buraya da komünizm ve o dönemin zulümleri hakimdir. Bu korkunç yüz de beni yıllarca oraları görmekten alıkoydu.

Evet artık Arnavutluk sınırına doğru yol alıyoruz. Heyecan ve kaygı duyguları arasında yol alırken sınıra doğru epeyce yaklaşmıştık ki ilk kırılmayı burada yaşadık. Bunca ülkeyi gezmiş ve en az beş ülkenin büyük kısmını görmüş, sınır kapılarından geçmiş ama buradaki muamelenin hiçbirisi ile karşılaşmamıştık.

Arnavutluk sınır kapısındaki bu hırçın ve hak tanımaz muameleler bizi tedirgin etti. Onlarca hatta yüzlerce araç sırada beklerken her defasında bazı araçların arkadan gelip aymaz ve arsızca ön sıralara geçmeye çalıştığını gördük. Ne yazık ki bütün bu araçlar Arnavutluk plakalıydı. Kısa bir süre sonra insanların gerginliği etrafa bir kaos havası hakim kılacaktı ki gişelerdeki güvenlik görevlileri olaya müdahale etti. Bir anda aklıma Arnavut biberi geldi ve bu hırçınlığın altında bu biberin etkisinin olduğunu düşündüm. Ancak Şanlıurfa’mızda neredeyse herkes isot yer hem de günde üç defa kahvaltı dahil hem de en acılı ve kaliteli olanından. Lakin ülkemin en halim selim insanlarından birisi de Şanlıurfalı kardeşlerimizdir diye de düşününce teorim böylece olumlanamadan düşmüş oldu.

İlk olarak yolumuz İşkodra’ya düştü. Sınırdan önce başlayıp sınırla devam eden İşkodra gölü etrafındaki seyahatimiz bu sıkıntıları azaltır gibiydi.

Osmanlı devletinin Balkanlardaki merkezlerinden biri olan İşkodra bize çok bakımsız ve fakir geldi. Tadilatta olan Buşatlı Mehmet Paşa camisine giremedik. Rozafa kalesine çıkacak yolları bir türlü bulamadık. Mes köprüsünü göremedik. Belki sınırdaki sinirlilik ve bir an önce Tiran’a varma isteğimiz bu şehri tam görmemize mani oldu. İstikbalde bir daha buraya gelmek için aklımız ve gönlümüz burada kalarak bütün Balkanlarda gördüğümüz muhteşem üzüm bağlarının kenarlarından geçerek Tiran’a doğru yola koyulduk.

 

Tiran

Tiran’dayız. Ne yazık ki komünizmin soğuk yüzüyle karşıladı bizi bu hırçın ve asi ülke. Büyük caddeler ve komün anlayışının inşası olan birbirine yaslanmış ama hiçbir mimarisi olmayan büyük bina yığınları bir de bunlardan kurtulmaya çalışan modern mimari dedikleri yüksek katlı plazaların yükseldiği ortaya karışık mimariler arasından İskender Bey Meydanındaki Hacı Ethem Bey Camisine doğru yol almaya başladık.

Burada olduğu gibi Balkanlar’da da çoğu caminin ya bir bekleyeni var ya da namaz vakitleri dışında kilitli bir haldeler. Bunu merak ettiğimizde eşimle ortak şu kanaate vardık. Ne yazık ki bugünün modern Avrupası hâlâ tuvaletlerde taharet için su kullanmıyor. Bilhassa gittiğimiz yerlerde şahit olduğumuz gibi tuvaletlerinin çoğu kötü kokuyor.  Bu dehşet kokuyu tuvaletlerine yaklaşmadan duyuyor ve oralardan ikrah ediyorsunuz. Hatta bu problemi anlayan çoğu balkan ülkesindeki oteller mutlaka tuvaletlerine taharet muslukları da koymuşlardı. En azından kaldığımız bütün otellerde bunu gördük. İnsanlar batılı da olsalar temizliğe hep ihtiyaç duyuyorlar.

Evet Arnavutluk kahramanı İskender Bey Meydanı’ndaki Ethem Bey Cami’si meydandaki tek İslami alamet olarak durmaktaydı. Caminin içine girdiğimizde bütün balkanlardaki camilerdeki bir özelliği burada da gördük.

Balkanlardaki İslami mabetlerin bilhassa camilerin mimarisi o coğrafyaya özgü Osmanlı mimarisidir. Süslemelerinde bilhassa iç süslemelerinde Balkan coğrafyasının hatta oralardaki diğer mabetlerin etkisi olduğunu düşünüyorum. Boyalar ve desenler Anadolu coğrafyasındaki gibi değil. Bilakis Rumeli yani Romalı coğrafyasının etkisi görülür. Dış mimaride de yine o coğrafyanın etkisini ecdat inşada kullanmış. Bundandır ki birçok cami kiliseden çevrilmiş gibi yanlış algıyla tanıtılır hatta kötü niyetle kiliseye çevrilse de aslında kahır ekseriyetini ecdat temelden kendisi inşa etmiş, cami veya ibadethane olarak imar etmiştir.

Arnavutluk kahramanı İskender’in hikâyesini öğrenince şuuraltının nasıl yalan söylemediğini yıllar geçse de intikam ve ihanet duygusunun nasıl yeşerdiğini ve çok yüzlülüğün insanlık için ne büyük bir kötülük olduğunu anladık.

Şehirden sıkılmış ve bir an önce otelimize yerleşmek istemiştik. Çünkü hayal ettiğimiz Tiran ile gördüğümüz Tiran arasındaki farklılık canımızı yakmıştı. Hatta neden İşkodra’ya daha fazla zaman ayırmadık diye hayıflanmıştık.  

 

Kroya

Otelimizden ayrıldık ve Tiran’ın büyük caddelerinden geçerek Kosova’ya doğru yola koyulduk. Mehmet Akif’ten iz bulacağız diye bir Osmanlı hisar şehri olan Kroya’ya yani Akçahisar’a uğramadan gitmek olmazdı. Otoyoldan çıktık ve mini maki toplulukları ve Tiran’ın mesirelikleri arasından yukarıya doğru tırmanmaya başladık.

Yolumuzun bir virajında karşımıza Sarı Saltuk diye bir yer çıktı. Hemen durduk ve türbeye doğru ilerledik. Türbedar bir ihtiyar güler yüzle bizi karşıladı. Burası Mustafa Baba Dolma Türbesi yani Sarı Saltuk’un ayak izinin olduğu yerdi. Çok şiirin bir o kadar da huzur veren bu yeri ziyaret ettikten sonra hisara doğru yol almaya devam ettik. Kale, Pazar camisi, Sarı Saltuk Makamı ve Etnografya silüetlerini gördük.

Güncellenme Tarihi
  • 29 Aralık 2024, 08:44
Yazının Adı
Balkanlar Seyahati-5