Filibe
İlk durağımız Bulgaristan’dı. Kapıkule’den girdik. Soğuk komünist rüzgârlarının, fakir Bulgar coğrafyasının eski ve dar yollarında yetersiz bilgi yazılı tabelaları eşliğinde ve ecdadın hüküm sürdüğü coğrafyada Filibe kentine uğradık. Esamisi okunmayan Meriç nehrinin gölgesi, ağaçlıklı Rodop dağlarının silüetinin altından ve uzanan Filibe ovasından geçerken Plovdiv dedikleri bu şehirde Filibeli Şehbenderzade Ahmet Hilmi Efendi’nin izlerinden ve söylediklerinden ziyade ecdadın mirasının silindiği bir şehir olarak gezdik. Bütün yıkımlara rağmen 1921’de bu şehri gezen Yahya Kemal Filibe yüz sene evveline kadar, Bursa ve Eyüp gibi iliklerine kadar Türklük sinmiş bir şehirdi diyecek ve bu tarihten sonra Türklük dediği silinen İslam izlerine içten içe ağlayacaktı.
Hayal ettiğimiz güzelliklerle girdiğimiz bu şehirden kaygı ve hüzün arasında bir duyguyla ayrılmadan önce İslam medeniyetinin şairinin söylediği hakikatin yani Türklük denilen İslam medeniyetinin Cami, medrese ve imaret denilen izlerinin silindiğine şahitliğimizin ilk durağına buradan başlayarak yol almaya başladık.
Sofya
Anadolu’ya benzer bir coğrafyada yol alarak Sofya’ya gittik. Bilhassa komünizmden ve onun bütün örselemesinden kurtulmuş bir mabetler şehri olarak duruyordu. Hatta üç dinin mabetleri aynı meydana hayat veriyordu.
Sofya bizi etkiledi. Sofya bizde Hristiyan mimarisini şehrin ana meydanında bir araya getiren büyük bir mabetler şehri olarak nam bıraktı. Bu imajın altında bütün çıplaklığıyla Yahya Kemal’in bahsettiği şu hüzün yeniden baş gösterdi. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peyda olan semtlerle İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenîleştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler uzağa değil, Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenileşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir, pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini, milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi milli ruhtan arî değildirler. Artık Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçtu mu? Hayır, büyük kitlede yine o ruh var, fakat biz son nesil bir sürü gibi büyük kafileden ayrıldık, uzaklaştık, kaybolduk; fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz. Yeni tarzda yaşayışla cetlerimizin diyanetini mezcedip bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufunetten kurtaracak mürşitler, şairler, edipler, hatipler yetişmedi, fakat gayet tabiî bir revişle büyük kafileyle kendi kendimize döneceğiz.
Dinsizliğin, kayıtsızlığın aksülameli başladı bile. Çocukluktan beri diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücu hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamamıyla iltica edeceğimiz zaman da bizi birden tanıyamayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı, çok uzak düştük.
Bu hislerle Sofya sokaklarında gezerken çok insan göremedik. Şehir sessizlik ve sakinliğin kaderini yaşıyordu.
Niş
Safi iyiliğin gülümser bir hüzün olduğunu söyleyen Yahya Kemal’in deyişiyle Sofya’dan Sırbistan’a doğru yola koyulduk. Sırbistan’a soğuk bir etki, üzgün bir ruh ve kederli bir hâl ile girdik. Bu coğrafyada tarih boyunca Sırpları kullanan vahşi batı zihniyeti son dönemde de yine vahşice ve insanlığının bittiğini gösteren soykırımda kullanmış.
Balkanlardaki manevi medeniyeti ve cennetten bir köşe olan coğrafyayı hazmedemeyen batı, biri şımarık ve kibirli diğeri asi ve cahil cesaretli olan Yunan ve Sırplılarla kana bulamışlardı. Bu ruh hâliyle o coğrafyaya dahil olduk.
Hakikaten Sırbistan beklediğimizden çok daha yeşil ve moderndi. Fakat Sırbistan’ın zihnimizdeki soğukluğu belleğimizde daima ah ah dedirtirken son dönemden şimdiye zulmünün soğuk manzarası hiç gitmiyordu. Kaygıyla gezerken ilk durağımızın Niş olmasını istedik ve oraya geldik.
Nişeva nehrinin etrafında konuşlanmıştı. Roma, Bizans ve Osmanlı medeniyetini somutlaştırmıştı. Gece konaklayacağımız yer tarihin ve Yahya Kemal’in ecdadının bir tarafının şehri olan Niş, Sırbistan’ın soğukluğunu sıcaklığıyla bizden alıp götürdü. Gece orada kalıp nehrin her iki tarafındaki güzellikleri seyrederek sabahladık. Gece şehri gezerken hep bu şarkıyı mırıldandık.
Kalbim yine üzgün seni andım da derinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!
Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!
Senden boşalan bağrıma göz yaşları dolmuş!
Gördüm ki, yazın bastığımız otları solmuş.
Son demde bu mevsim gibi benzim de kül olmuş
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden
Şehrin sakinliği ürkütücüydü. İnsanlar kapitalizmin yegâne kölesi olarak gündüzü imha ederek hep kapalı mekânlardaydılar ve sokaklar bomboştu. Gecelerse eğlencenin sınır tanımaz harcayıcılığının değirmeninde öğüten canlı ama ruhsuz insan topluluklarıyla akıp gidiyordu şehirdeki nehirle.
Belgrad
Değişmeye meyyal düşüncelerle Sırbistan coğrafyasının yeni bir şehrine doğru yol almaya başladık.
Bu şehir Belgrad idi. Türkiye’deki bilhassa İstanbul’daki insanların zihninde Belgrad ormanları diye somutlanan Belgrad Tuna’nın yakalarına yerleşmiş, Tuna’nın şöhret verdiği bir şehirdi. Kalesine çıktık. Tuna’nın ihtişamlı kollarıyla şehri nasıl sarmalayıp kimlik kazandırdığını seyrettik.
Belgrad’da muhteşem bir coğrafya harika bir kale ve etrafını yıkmadan abat ederek akmaya devam eden bir Tuna nehri hatta denizi ile karşı karşıya kaldık. Evet Tuna nehri gerçekten bizi çok etkiledi. Osman Paşa’yı ve hazin türküsünü hatırladık. Tuna’nın Belgrad’a hayat verişini görmek o izleri seyretmek için saatlerimizi Belgrad’da harcadık.
Beş asır bunca çeşit milleti idare eden Osmanlı devletinin asıl sırrının bir kez daha adalet üzre bir yönetimde olduğunu gördük. Rumeli denilen Romalıları İslam dininin adil ve güvenilir yönetimi altında beş asır bir arada tutan bu ruhun neden bugün yeniden dirilişe girmediğini de bir indirgemeci mantıkla o ruhu Türklük adı altında ırka indirgeyen laik ve Kemalist zihniyetin bize yutturduğu bir oyunda saklandığını anladık. Çünkü 14. asırdan beri Tuna nehri ve Balkan dağlarına hayat veren ruhun İslam’ın maddi ve manevi imarı olduğunu bize unutturmak isteyen bu faşist zihniyet hep bizi köklerimizden koparmak istedi. Ellerimizde kör kazma ve sapı silik bıçak, dillerimizde maziye sövgü ve atiye huffaş bakış, kulağımızda sadece anın kemalatsızlığına tapma, kalplerimizde ümitsizlik, zihinlerimizde bir acı tembellikle hep kayıpların üzerinden bir kahretmeyle yeniyi maziyi yok sayarak var etmekten çok köle kalma gibi durumlarla şöyle böyle var olma gibi algılattılar.
İşte Belgrad ve yok edilen ecdadın bütün imaratı ancak onların varlığını suyun azizliği ve asaletiyle hâlâ haykıran Tuna nehrinin sessiz göz yaşları.
Evet biz Ziya Gökalp’in dediği gibi kadirbilmez bir millet değiliz.
Harâbîsin harâbâtî değilsin,
Gözün mâzîdedir âtî değilsin.
Biz hem Rumeli’de hem Anadolu’da hatta var olduğumuz bütün coğrafyalarda Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi var olmak istiyoruz.
Ne harâbî ne harâbâtîyim,
Kökü mâzîde olan bir âtîyim.