Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Ateşe koşan insanlar. Evrensel, değişmez (Bu bir hikâye denemesidir).

Ateşe koşan insanlar. Evrensel, değişmez (Bu bir hikâye denemesidir).

Işıltılı ege denizinin gökyüzünde şafağın ilk ışıkları sökmek üzere olmalıydı. Günlerdir süren ateşi hâlâ düşmemiş, titremesi devam ediyordu. Şanslıydı. Gece uykuya dalan birçok insan sabahı göremiyordu.

Kendisini zorlayarak dirseklerinin üzerinde doğruldu ve son bir gayretle dört köşe düz bir kalastan yapılmış yatağından kalktı. Kulakları nereden geldiğini kestiremediği bir kadının çığlıklarıyla çınlıyordu. Ta derinden duyuyordu. Bedeni, ruhu, zihni çığlıktaki acıya katılmıştı. Hastalıktan zayıflamış, oyuklaşmış yanakları, fal taşı gibi açılmış gözleriyle çaresizse sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı.

Bugünün her türlü iş yapmanın yasak olduğu 24 Ağustos olduğunu hatırladı.  Korkunç bir şey olmuş olmalıydı. Ses Taygetus dağının eteklerini baştan sona saran sık ve ulu ağaçların kapladığı ormandaki sırlar manastırından yankılanıyor olmalıydı. “Bir kadın daha mahvoldu, yok edildi” diye söylendi.

Evde ses seda yoktu. Diğerleri henüz duymamış olmalıydı, çünkü uyanan kimse olmamıştı. Başka kimse duymadığına göre bu çığlık ona gönderilen çağrı olmalıydı. Pelerinini omzuna attığı gibi yola koyuldu. Yazın sonunda geceden kalan hafif bir serinliğin hüküm sürdüğü ıssız ve tekinsiz sokakları geçtikten sonra, çıplak tabanlarını vahşice kanatan keskin taşların, dikenli çalıların arasından ulaştığı engebeli yokuşu tırmanarak bin bir güçlükle ulaştığı ormandaki geçit vermez ağaçların arasından sıyrılarak, yılmaz bir kararlılıkla içerilere doğru yol aldı. Duymak için tekrar dikkat kesildi, inleme dinmişti. Susuzluktan bitap haldeydi. Ateşten bir topa dönmek üzere olan kafasını rastladığı ilk su birikintisine serinlemek için daldırdı. Su İlos ırmağının her zamanki suyuna benzemiyordu. Tadı biraz acı olsa da avuç avuç su içti. Ateşi ve titremesi azalacağına, giderek yükseldi. Bayılmak üzereydi. Zehirlenmiş olmalıydı. Ölmekten korktu. Son bir gayretle suyun etrafını biteviye saran kınakına ağaçlarından tutunarak kendini yukarı çekmek istedi. En son hatırladığı ona bakan bir köpeğin iri gözleriydi.

Geceden yüzüne sürdüğü dövülmüş haşhaş tohumlarını sulandırılmış arpa ekmeğine karıştırarak yapılan maskeyle kaplanmış, şaşkın gözlerinin eşlik ettiği yüzüne elindeki büyük aynadan bariz bir hoşnutsuzlukla bakan Helen, kız kardeşi Agno ile ayakları fazlasıyla gösterişli kakmalarla süslü masif mutfak masasının etrafında otururken sabah sabah dışardan gelen donuk laterna ve çatlamış olması muhtemel kaplumbağa kabuğuna takılmış lir telinin düzensiz sesine en küçük kız kardeşleri Maria’nın alışageldikleri ardı arkası kesilmeyen küfürleri karışıyordu. Oysa ki şapşal Helen Maria’ya “mızmızlanmayı kesmesini, sadece daha fazla patates yemesini ve minnet etmesi gerektiğini” söylemişti.  Genelde pek konuşkan olmayan, kendi halindeki Maria başını çevirip düşmanca gözlerle Helen’e bakmaya ve bağırmaya başlayarak ona “çok aptal görünüyorsun” demişti.

Maria’nın biriken acısının öfkeye dönüştüğünü fark etmeyen Helen Maria’nın tavrına sinirlenmiş, ekmek maskeli suratını buruşturmaktan çekinerek kafasını sağa sola sallarken Maria’ya “sen delisin” demesiyle birlikte Maria çıldırmış, elinde bazen metal bir yontucu bazen de çıplak tırnaklarıyla oymaya çalıştığı çift başlı ve çift boynuzlu şeytana benzer ceviz ağacı parçasıyla Helen’in üstüne atlayarak “bir daha deli derse onu öldüreceğini” söylemişti.

Kendinden beklenmeyen bir kedi çevikliğiyle üzerine çullanan Maria’yı kollarıyla sararak  anaç tavırlarla sakinleştirmeye çalışan Helen’in tombul ellerini “saçma sapan konuşma, çekil başımdan” diyerek iteleyen, kimsenin bakımına muhtaç olmadığını haykıran Maria Agno’ya dönmüş, sanki Helen’le sürtüşmesi bitmiş gibi birden ikinci katta ev halkının gürültüsünden kaçmak için sakin bir köşe sunan dip odada penceresi olmayan duvarı işaret parmağıyla gösterip “Bak Agno bak! Bir adam uçuyor. Kanatları var ama bir melek değil” dedi. Agno, aklı bir gelip bir giden en küçük kız kardeşleri Maria’yı, Helen’le bitmeyen sürtüşmesini, tüm olan biteni sakince izliyordu. 

Pürüzsüz mermerden yapılmış, üzerinde kaymadan yürümenin neredeyse imkânsız olduğu zeminde, divanın altında her zaman bir ümitle bekleyen ayaklarının dibine kıvrılmış köpeği Fimo’ya gözleri kayan Maria devam etti: “Biliyor musun? Pencerelerin her birinde bir olay anlatan heykeller var. Tam karşımdakinde iki kadın ayakta karşı karşıya duruyor. Birbirlerine neredeyse kafalarının yarısı büyüklüğünde kocaman gözlerle bakıyorlar. Bu gözlerde bir şaşkınlık ifadesi var ama aynı zamanda meraklı ve arzulu bir bakış. Kadının birinin yanında benim Fimom gibi köpek var ve omuzuna da bir büyük kuş konmuş”

Zavallı Maria.

Sürekli hastalıklarla geçen çocukluğunda, üç yaşında bir çocuktan beklenmeyecek büyük bir dinginlik içindeydi. Bir yetişkini bile sıkıntıdan bayıltacak uzun şölenlerde hiç ses çıkarmadan oturabilirdi. Hem uslu hem hareketliydi. İnanılmaz derecede alımlı ve soğukkanlı davranışlarıyla ailede herkesin dikkatini çeken Maria’nın yıllar ilerledikçe gerçek ve rüya ayrımında yaşadığı sorun belirmiş, son zamanlarda ise şiddetlenmişti. Pençesinde kıvrandığı kutsal hastalıktan dolayı duygu ve düşünce mekanizması altüst olmuş Maria’nın mantığı gerçeğin tespiti ve değerlendirilmesinde yetersiz kalmaktaydı. Annesi ilk yıkama için başrahibin eline verdiği anı sürekli hatırlatır, aptal başrahibin bir anlık dalgınlıkla Maria’yı erkek bebekler için ayrılan suyla yıkadığından dolayı zavallı Maria’nın bugün bu durumda olmasını başrahip Lapidus’un uğursuz ellerine bağlardı. Dünyayla arasında sanki saydam bir perde vardı ve Maria sık sık bu saydam perdenin diğer tarafında yaşamaktaydı.

Maria’nın sesi son zamanlarda, Agno’nun de sezinlediği bu kalın perdenin arkasından gelir gibi boğuk boğuk gelmeye başlamıştı.  Bu saydam ama kalın perde bazen kararıyor olmalıydı. Çünkü o zamanlarda iç dünyasına iyice kapanan, her şeyden ve herkesten elini ayağını çeken Maria ulaşılamaz hale geliyordu. Gerçek Maria o perdenin arkasında giderek daha sık kalmakta, o zamanlardaki Maria’nın perdenin önündeki cansız suretinin solgun haline ne uyku tozu ne de kutsal su artık eskisi kadar etki etmemekteydi.  Baştan aşağıya paçavralarla örtünen, dadısından aşırdığı makyaj malzemelerinin saklandığı kutulardaki boyalarla yüzünü değişik renklere boyayan, ara sıra kendini tapınakta zannedip tapınır gibi oturup kalkan, bazen günlerce konuşmayan, konuştuğunda anlamsız sesler çıkaran Maria bir şüphe odasında yaşıyormuşçasına her şeye ve herkese şüpheyle bakıyordu. Kocaman, çölümsü, hayali bir boşluktan gelen seslerle, hayallerle, kimi iğrenç kokularla, mide bulandırıcı tatlarla, görünmez eller tarafından itilip kakılmaların yarattığı sarsıntılarla günleri geçiyor, bağıra çağıra şarkı söylerken bazen kendine akıl almaz emirler verdiğini söylediği sesleri duymamak için kulaklarını sürekli elleriyle kapatarak dolaşıyordu.

Son zamanlarda sağ elini kat kat bezlere sarmış olan Maria’ya elini neden sardığını soran Agno’ya “o el mi, o bana ait değil ki!” demişti. Neyse ki Maria’nın gürültüsünü duyan yaşlı, görünüşte tıknaz, kaba saba ama neşeli, ufak tefek, saçları ağarmış ama hâlâ çekirge kadar çevik dadı Lauri koşturarak gelmiş, rahatsız ettiği için terbiyeli bir mürebbiye edasıyla reverans yaparak hemen Helen’den özür dilemiş, ona has sihirli sözleri, dokunuşu ve şarkılarıyla Maria’yı sakinleştirmeyi başarabilmişti.  Maria da karanlıkta kalmış, korkuya kapılmış tedirgin bir çocuk gibi önce gözlerine yerleşen karanlık bir şimşek hızında gölge gibi çabucak kaymış sonra fısıltıyla dadısının şarkı sözlerini tekrarlayarak kendini rahatlatmaya, sakinleştikçe ve dengeye geri geldikçe odada yürümeye başlamıştı.  Kaybolmuş Maria, sözcüklerden sanki hiçbir şey anlamıyormuşçasına dinledi önce. Sonra elinden geldiğince dadısının küçük şarkısına sığınıp dadısına uyum sağladı. Hepsinin bildiği şarkı, biraz önce Helen’in yaşadığı kaosun kalbindeki sakin ve dengeli bir merkez gibiydi. El çırparak, Lauri’yle aynı tonda uzun aralıklarla mırıldanarak, bazen tırnağıyla belli bir ritmik frekansı tutturup elindeki ceviz ağacının parçasına vurarak, anlamlı olmayan sesler çıkartarak rahatlıyordu.

Yazdan kalan hafif sıcak esinti bahçedeki deniz kabuklarıyla süslü ağaç plakalarını sallamaya devam ediyordu. Biraz önceki sürtüşmeyi unutup sakinleşen, suratına tatlı bir tebessüm yerleşen ve  yeniden sargılı eliyle kucağındaki ağacı oymaya odaklanan Maria’da kalan bakışlarını kaldırıp papatya suyuyla açmaya çalıştığı ortadan ayrılmış saçlarını bir ağ ile üstte toplamış, topuz yapmış, bir sümüklüböcek gibi isteksizce odanın içinde hareket eden Helen’in üzerine diken Agno “Maria öylesine dalgın, kafası o kadar meşgul ki, görmek isteyene iç yüzünü ancak böyle sakin anlarında gösterebiliyor Helen” dedi. “Beceriksiz ve oldukça sakar bir hali olan, insanlarca özürlü ve aklı yetmez biri olarak görülse de Maria garip bir şekilde, etkileyici, beklenmedik, şiirsel bir güce sahipti. Çok utangaç ve içine kapanıktı. Bundan dolayı acı çekiyordu. Başkalarınca her zaman alay konusuydu, öyle biri olduğunun farkındaydı. Bütün bu zorluklarına rağmen yine de garip, genel sessizliğine uymayan bir konuşma becerisi vardı. Maria’nın ki kadar olmasa da Agno’nun da çok sağlıklı bir çocukluk geçirdiği söylenemezdi. Maria’yı en iyi o anlayabiliyordu çünkü yaşıtlarından önce olgunlaşması gereken Agno bütün benliğini saran, ruhunu derinlerden sarsan parlak ışıkları çocukken görmüş, çocuk olduğundan gördükleri hakkında kimseyle konuşmamayı tercih etmişti. Farklılığını erken keşfeden bir kız çocuğu olarak kalabalık ailesiyle sürdürmek zorunda kaldığı ortak yaşama bir ölçüde uyum sağlayabilmeye çalışıyordu. Şu yaşına kadar olan yaşamı boyu görmeye devam ettiği önce kafasını mengene gibi sıkıştıran ağrıların eşlik ettiği vizyonlar son dönemde pek görünür değillerdi. Hayalleri gördüğünde ne uyuyordu, ne rüya görüyordu. Deli de değildi. Bu hayalleri ne dünyevi bir gözle görüyor, ne de bedeninde gözleriyle, kulaklarıyla algılıyordu. Gizli bir köşede de değildi. Bilakis, çok canlı ve uyanık bir haldeydi. Bu hayalleri, ruhunun gözleri ve kulaklarıyla algılıyordu. Her şeyi açık bir şekilde görüyordu. Her defasında çok güzel ve parlak bir yıldız görüyor, bu büyük yıldızla birlikte bir sürü küçük yıldız da güneye doğru kayıyordu. Aniden bunlar yok oluyor ve her biri birer kömür tanesine dönüşüp, sonra da artık ya denize düşüyor ya da bir uçuruma yuvarlanıyorlardı. Gördüğü ışık sabit değil ama güneşten parlaktı. Gördüğünün ne yüksekliğini, ne enini, ne de derinliğini kavrayabiliyordu. Sık sık gördüğü bu ışığa yaşayan ışık bulutu diyordu. Güneşin yıldızların suda yansıdığı gibi, yazılar, deyişler, kısaca ondan öncekilerin tüm meziyetleri gözlerinin önünde bu bulutun içinde yansıyordu... Bazen bu büyük ışığın içinde başka bir ışık daha görüyordu. Buna da yaşayan ışığın özü diyordu. Ona baktığında tüm mutsuzluğu ve baş ağrıları hafızasından siliniyor. Böylece yeniden eskisi gibi biri oluyordu. Ve altı yaşındayken tarifsiz bir merak ve insanı titreten bir korkudan dona kalmış bir haldeyken bir yüz gördü. Sonra aniden her tarafı aydınlatan bir ses gökyüzünden ona doğru seslendi; “sen zavallı insan, sen kül olan, sen topraktan gelip toprağa gidecek olan, ne görüyor ve duyuyorsan yaz ve anlat” dedi. Sonra bulutsuz bir gökyüzünde çakan bir şimşekten ateş topu şeklinde bir ışık yansıdı. Işık beyninden içeri girdi, kalbine doğru yol aldı ve bütün göğsünü bir sıcak ılıklık kapladı; ancak onu yakmadı, güneşin sıcaklığı gibi ısıtıcıydı. Ve birdenbire hastalıkların dilini ve çaresini anlayabilme yeteneğine kavuştu.

Kadınların ağrılı adet günlerini düzenleyici eğrelti otunun şeytanın işbirlikçisi büyücülerin kötülüklerine, dolu yağışına, gök gürlemelerine, zehirlenmelere karşı koruduğunu; geçici akıl kayıplarına ve afrodizyaklara karşı Betonika’nın etkisini; anasonun kara büyüye etkisini; metankoliye yılanyastığı, sara nöbetleri, kekemelik, konuşma yetisini yitirmeye karşı fesleğen, akıl sağlığı bozukluklarında çuha çiçeği ve pelesenk yağı ve kötücül güçlerin insan vücudu üzerinde yaptığı tahribatlara karşı kullanılanları; iştah açıcı kimyon, biber, hardal tohumu, pırasa; kan yapıcı kaplıca buğdayı;; idrar söktürücü, balgam söktürücü, bağırsak tembelliğini giderici kırlangıçotu; büyü çözücü sinirotu … yüzlerce bitkinin bilgisi ona katıştı. Çok yıllık, rozet yapraklı, kazık köklü ve mavi çiçekli, meyveleri erik büyüklüğünde, sarı renkli ve hoş kokulu insanotu özellikle aklında yer etmişti.

Safir, akik, zümrüt gibi taşlar hakkında da bilgi akmıştı…

Sabah sabah kendine gelmek için soğuk duşunu almış, kıvırcık saçlarını elleriyle taramış, kahvaltı niyetine elindeki arpa ekmeğini su ve zeytinyağı karışımına batırıp ağzına atan Agno artık Helen ile yarım kalan konuşmalarına devam edebilirdi.

 

Güncellenme Tarihi
  • 03 Eylül 2023, 00:00
Yazının Adı
Ateşe koşan insanlar. Evrensel, değişmez (Bu bir hikâye denemesidir).