Pirler der ki; “Önüme bir çığır gelgi; bir ucu var şar içinde. Arifler dükkanı açmış, ne ararsan var içinde, gir dükkana pazar eyle… seyir var seyir içinde”. Bir çoğumuz konuşmanın, sözün iyileştirici gücü olduğuna inanır. O nedenle konuşarak hafifleyeceğini, açılacağını, anlaşılacağını düşünür. Konuşarak, maalesef, dibe batanı gördüm, battığım da olmadı değil. Şahsen konuşmanın değil dinlemenin çok daya kalıcı deva sağlayan bir şifa aracı olduğuna inanırım. Dinlemekten kastım konuşmamak değil daha çok doğayı, diğerini, insanın kendi içini dinleyebilmek. Hele hele hayran kalarak değil hayret ederek doğayı dinleyebilmek ve duyabilmek. Bu bambaşka bir hediye, yeni keşiflere yolculuk. Kendini dinlemeyen duyamayan başkasını dinleyip duyabilir mi? Zor.
Farklı coğrafyalarda farklı derecelerde önem atfedilen konuşma, söz söyleme iletişim kurmanın bir yolu olduğu kadar mertebe, irtifa kaybetmenin de önemli bir aracı. Şöyle ki; dil her haliyle ilginç bir enstrümandır. “Dilin kemiği yoktur” deyiminde anlatılmaya çalışıldığı gibi yanlışa müsait bir tabiatı vardır. O nedenle bir söz söylenmeden önce defalarca düşünülmeli, imbikten geçirilmeli ve öyle söylenmeli tavsiyesini taşıyan çok ana baba tavsiyesi, deyiş kültürümüzde yer alır (söz gümüşse sükût altındır gibi). Ayrıca, dil yarası pek çabuk iyileşmeyen, geçmeyen, kabuk bağlaması zor bir yaradır. Burada hazırcevaplığını methedenlere duyrulur.
Kanaatimce söz bir süttür ve sütün sahibi onu neyle mayalarsa ona dönüşür. Peynirle mayalanırsa peynire, yoğurtla mayalanırsa yoğurda, ekşiyle mayalanırsa ekşiye… Ancak doğru mayalanmış söz doğru çalkantılarla, karşılıklı paylaşımlarla, layıkıyla yapılan sohbet ve muhabbetle lezzetine doyum olmayan tereyağına da dönüşebilir. Özünde söz diridir; ürer, çoğalır ve ölümsüzlüğe en yakın olanımızdır. Tesirli sözler bu nedenle çağlar boyunca yaşar. İçinden geçtiğimiz antroposen çağında insan olarak yaşadığımız en önemli sorunların altında dil ve söz kaynaklı anlaşmazlıklar yatar. Dil ve ondan çıkan sözcüklere yüklenen olmadık anlamlar, çıkarılan asılsız manalar bir bardakta fırtınaların kopmasına, arkadaşlıkların arasının açılmasına, kulaklara inanılmaz gelen düşmanlıklara sebebiyet verebilir. Dilinden çekmemiş insan evladı yok gibidir (keşke demeseydim, keşke duymasaydım).
Tarih boyunca önemini korumuş dil ve ondan çıkan söz tam bir muammadır. Dilin muammalığı keşke eskiden bir beldeye gelen ve mahlaslarıyla tanınan, bilinen aşıkların bir zamanlar uygulayageldiği muamma geleneği gibi olsa. Bu geleneğe göre kahveye gelen aşıklar içinde neyin olduğunu bilmedikleri bir mendile sarılmış ve kahvenin orta yerine asılmış muammayı, kendilerinden çıkan esrimelerle, doğuşlarla bilmeye çalışır, bu sırada kahvede bulunan kimse ne nargile ne de çay içer, pür dikkat aşıkların içinde ne olduğunu bilmedikleri mendilin içindekini bilme için kendilerinden geçerek içlerinden dökülen sözlerin takibinde kalırlarmış. Günler sürse de aşıklar mendilde gizlenmiş muammayı, gizemi eninde sonunda ferasetleriyle çözer, muammayı çözmede kullanılan doğal zeka ve bilginin kullanışı dinleyenlere tesir edermiş. Artık hiç birimizin söylenen bir söz üzerinde düşünmeye ne bu kadar zamanı ne bu kadar merakı ne de bu kadar niyeti var. Bu gelenek yani mendile gizlenmişi bilebilmek kaybolmuş olsa da insanın karşısındakinin ve kendi içindekini bilmeye, çözmeye çalışması halen devam eden günlük bir uğraşımız.
Kim ne derse desin etkili konuşabilmek bir sanattır. Herkes sanatçı olamayacağına göre siz bakmayın herkesin konuştuğuna. “Lafa bakarım laf mı diye adama bakarım adam mı diye” bir deyim olmakla birlikte belagati kuvvetli olan dinleyeni genelde tesir altına alır. Burada kullanılan söz herkesin kullandığı bildiği söz olsa da kimilerinin o söze can katmada başka bir mahareti vardır. Duyduğunuzda size iyi gelir.
Hatırlatmaya gerek duymuyorum; ancak, söz ilk önce donuk bir enerjidir ona can veren söyleyen ve dinleyendir.
Konu sözden açılmışken sözün mahiyetinden bahsetmeden geçmek doğru olmaz. Belirtmeye çalıştığım üzere söz bir enerjidir ve tesir eder. Ağızdan çıktımı geri döndürülemezliği vardır, kabına sığmaz. Kıvılcımdır, ateşler ve yakar. Nasıl beden topraktan çıkan meyve, sebze, mineral vb., ile beslenebiliyor, nasıl zihin olan olaylarla bir doyuyor bir acıkıyor, nasıl akıl irfan ve bilgiyle beslenebiliyorsa insan ruhu da söz ile beslenir. Söz yemek gibi, hava gibi ruhun vazgeçilmezidir. O nedenle özellikle aradığımız o sözü duyduğumuzda ruhumuz ya üşür ya ısınır.
Söz öğrenmenin, gelişmenin, medeniyetin aracıdır, şüphesiz. Eğer söz bu kadar önemli bir kaynak ise biz sözleri bir yarara dönüştürebiliyor muyuz, bundan pek emin değilim. Mesleğim gereği defalarca gözlemlediğim bir gerçeklik olarak her sözün taşınmaya elverişli olmadığını belirtebilirim. Yani öğrencilerin ulaşabilecekleri bilgiyi depolamalarına zorlamak (örneğin, ezberlemeye) bu yaklaşım sözü tesirden men eder, olası yararını alır götürür. Ulaşacağı bilgiyi niye taşımaya zorlanır insan, anlamam. Okul sıralarınızı hatırlayın. Depolamaya (ezberlemeye) zorlandığınız hangi sözü, bilgiyi bugüne taşıyabildiniz? Şahsen geçmiş anılarımda söyledikleriyle kulaklarıma yer eden sadece bir iki hocam var. Oysaki neredeyse düzinelerce yetişmiş eğitmen bir kaynak olarak istifademe sunulmuşken neden sadece bir iki tanesi tesirli oldu? Onlar da diğerleri gibi geldiler ve söylemeleri gerekeni söylediler. Söyledikleri, konuştukları belki de diğerleriyle aynıydı ama söylenme şekilleri farklıydı. Belki de tüm hocalarımın bildikleri aynıydı ama kim bilir, ruh kaliteleri farklıydı.
Ruh kalitesiyle sözün tesiri arasında kiminde pozitif kiminde negatif bir ilişki olduğunu düşünürüm. Düşünsenize mertebede daha ileride, çok görmüş geçirmiş, yaşamın akıntılarında yeterince demlenmiş, özür dileyebilen, cereyan eden herhangi bir konuda kendi etkisinin de bulunduğunu bilen bir ruhun dile getirdikleriyle halen sürekli nefsine yenilen, sürekli kendini üstün görme büyüklüğünde yaşayan, olan olayda kendini sürekli haklı gören bir ruhun ağzından dökülen aynı kelimeler olsa da o kelimelere verdikleri enerji ve sözün tesiri kesinlikle başka olacaktır.
Günlük uygulamamda yer verdiğim bir gerçeklik olarak dinleyenin kimyasını anlayabilmek önemli bir adım. İkinci adım ise söyleyeceğin sözü dinleyenin kimyasına uygun hale dönüştürmek ve sonrasında bunu estetik ve ahenkli bir sadelik içinde iletmek. Faydasını görmüyor değilim ama baştan ne söyleneceğinin belirlenmesinin, her şeyin önceden belirlendiği müfredat denen standart yaklaşımın faydalı olmadığını görüyor ve buna içte ve dışta muhalefet ediyorum.
Doğaçlama candır. Bu türden bir doğaçlama başkasından öğrenileni nakletme tekrar etme değil, bir yaratma sanatıdır. Ethos, pathos ve logos kol kola yürür doğaçlamada. İşte tam bu nedenden dolayı yazılı nakletmeyi teşvik eden sözlü nakletmenin önünü kesen Aristo’nun düz metin anlatıma geçirdiği insanlığa iyilik mi kötülük mü yaptığı hakkında bir kararsızlığım var. Ona başka bir yazıda fırsat olursa değineceğim; ancak, sözün, söylenenin, bilginin amacına erebilmesi için iki tarafça da sahiplenilmesi gerektiğinin altını çizmekte fayda var. Söyleyen ve talep edence sahiplenilmediği sürece sözün, bilginin öğrenmeye dönüşmesi zor. İşte tam da burada diyalog karşılıklı olarak iki kişinin konuşmasından öteye bir anlam taşır. Kast edilen diyalog söylemenin, dinlemenin, konuşmanın karşılıklı rıza ve talep üzerine oturmasıdır. Genel anlamda belirtmem gerekirse okul sıralarında oturma ve öğrenme karşılıklı rıza ve talebe dayanmadığı için belki de sırf bu yüzden genelde verimsizdir. Kaynaklar heba olur.
Ariflerin dükkanında söz var dedim. Söz önemli bir gıdadır. Söz insanı besler, kendine getirir. Metin Bobaroğlu’nun dediği gibi aklın kendi hakikatine uyanla beslenmesi en doğrusudur.
Aklın hakikatine uyan besin olan irfan bilgisi arif pazarındadır. Kendini bilme bilgisi işte oradadır. İnsan kendini bilme ihtiyacını ancak kendini bilen birinden karşılayabilir. Yani, insan söylediği sözü hayatına geçireni görünce ondan emin olup, o nasıl bunu yapabildiyi düşünmeye başladığında kendini bilme yoluna girer.
İşte bu nedenledir ki söz ve sohbet üzerine kurulan Anadolu’nun en önemli geleneğinin kaybolmaya yüz tutması acıdır. Çünkü, sohbet ve muhabbet sadece bir öğrenme enstrümanı değil aynı zamanda cennetin ta kendisidir.