Email
Twitter
WhatsApp
İnstagram

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

İLETİŞİM

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF!

İyiliğe Karşı Olan Her Şeye MUHALİF !

Ağırlıktan Kaçmak ve Işığa Sığınmak: Varoluşun Dayanılmaz Hafifliği Üzerine

Ağırlıktan Kaçmak ve Işığa Sığınmak: Varoluşun Dayanılmaz Hafifliği Üzerine

Bazı yazarlar vardır, kitap yazmazlar; bir varoluş biçimi yazarlar. 1984 yılında, sürgünde bir Çek yazar -adı Milan Kundera- böyle bir kitap yazdı: Varoluşun Dayanılmaz Hafifliği. O kitabın her cümlesi, bir sürgünün iç çekişiyle, bir filozofun sabrıyla, bir aşığın çaresizliğiyle yazılmış gibi. Kundera sadece bir roman değil, insan olmanın ağırlığıyla baş edemeyen çağımızın anatomisini kaleme almıştı.

Kundera, iki kez Komünist Parti’den atılmış, ülkesinden kovulmuş, yazmaya devam ettiği için yeniden kovulmuş bir adam. Yani, susturulması gereken bir ses. Oysa o, susturuldukça daha da derinleşmişti. Çünkü bazen bir yazarın en büyük armağanı, kaybedecek hiçbir şeyinin kalmamasıdır. Kundera’nın da öyle. O yüzden bize, anlamın sırtımıza yüklediği taşları ve o taşların altında kalan özgürlüğü anlatabildi diye düşünüyorum.

Romanın merkezinde iki kelime var: hafiflik ve ağırlık. Basit gibi duran, ama bir ömür tartılıp da ölçülemeyen iki kelime. Parmenides’ten ödünç alınmış bir ikilik bu: yukarı-aşağı, iyi-kötü, hafif-ağır. Kundera’ya göre, kadim düşünce dünyası bu zıtlıklardan birine “iyi”, diğerine “kötü” demeye meyilli. Ağırlık kötüdür; hafiflik iyidir gibi. Ama Kundera bu dengeyi bozmak için yazmış sanki. Çünkü hayat, siyah-beyaz bir tablo değildir; bir Parmenides şiiri kadar düzenli, bir ideoloji kadar net hiç değildir.

İnsan bazen ağırlık ister. Bir kök, bir anlam, bir iz. Ama bazen de o kökten kaçmak ister; ağırlık batırır, hafiflik kurtarır misali. Kundera’ya göre, biz bu iki uç arasında gidip gelen sarkaçlarız. Bazen anlam yüküyle eğilen dallarız; bazen her şeyi unutan rüzgâr. Hayatın trajedisi de şiiri de tam burada saklı işte: hafifliğin cazibesinde ve ağırlığın huzursuzluğunda.

Nietzsche’nin “ebedi dönüş” düşüncesini hatırlayın: Yaşadığın her an, sonsuza dek tekrar etseydi -aynı sabah, aynı yanlış, aynı öpücük, aynı pişmanlık- o zaman hayatın anlamı ağırlaşmaz mıydı? Kundera, bu düşünceyi tersyüz ediyor. Çünkü o, ağırlığın her zaman anlam getirmediğini, hafifliğin de her zaman anlamsızlık olmadığını bilmekte. Belki de anlam dediğimiz şey, ağırlıkla hafifliğin birbirine dokunduğu o kısa aralıkta doğuyor.

Romanın kahramanlarından Tomas, bu aralığın tam ortasında durur. Bir cerrah, bir aşık, bir kaçak. “Bir kez olan, hiç olmamış gibidir,” der. Bu sözde hem umursamazlık hem trajedi var. Çünkü eğer bir şey sadece bir kez oluyorsa, nasıl kalıcı ve gerçek olabilir? Tomas için gerçeklik tekrarın, bağın, sorumluluğun içindedir. Ama aynı zamanda onlardan kaçmak ister. Tereza ise tam tersidir; bir valiz dolusu ağırlıkla yaşar. Çocukluk travmaları, aradığı sadakat, seçtiği bağlılık. Tomas’ın özgürlüğünden korkar, Tomas ise Tereza’nın valizinden. Ve yine de birbirlerine çekilirler -çünkü belki de insan, kendisinde eksik olan şeye aşık olur.

Kundera, bu iki karakteri sadece bir aşk hikayesi olarak değil, iki varoluş biçimi olarak anlatmakta. Tereza’nın ağırlığı, Tomas’ın hafifliğini taşıyor. Tomas’ın hafifliği, Tereza’nın ağırlığını yumuşatıyor. Hayat böyle bir dans değil midir zaten? Bir taraf tutmadan, her ikisini de yaşamayı öğrenmek: bazen kök salmak, bazen uçmak.

Kundera’nın en büyük meydan okumasıysa, “kitsch” kavramıyla vücut bulur. Yani, duygusal sahteciliğin estetiği. Kitsch, bir duygunun basitleştirilmiş, cilalanmış, steril halidir. Gözyaşının parfümlü versiyonu. Bize iyi hissettiren ama asla düşündürmeyen her şey. O klasik köpek yavrulu tablo, romantik filmlerdeki tesadüfi bakışma, sosyal medyada “hep birlikte daha güzeliz” yazan siyasetçi pozu... Kitsch, insanın karmaşıklığını yok eder. Çünkü karmaşa rahatsız eder; oysa biz rahat etmek isteriz.

Kundera’ya göre, ideolojiler de kitsch üretir. Komünizm de kapitalizm de milliyetçilik de kendi “duygusal kolaycılığını” yaratmakta. Herkesin aynı gözyaşını dökmesini, aynı sloganı atmasını ister. Kitsch’in tehlikesi budur: bizi tek sesli, tek duygulu yapar. Oysa insan, çok sesli bir varlıktır. Ve çok seslilik, bir toplumun vicdanıdır.

Kundera’nın meşhur “iki gözyaşı” teorisini hatırlayalım. İlk gözyaşı, dünyadaki güzellik karşısında dökülür: bir bebeğin gülümsemesi, bir şarkının hatırası, bir rakunun kurtarılması. İkinci gözyaşı ise, bu güzellik karşısında kendi duygusallığımıza hayran kaldığımız anda dökülür: “Ne kadar da duygusal bir insanım!” deriz. İşte o ikinci gözyaşı, kitsch’in gözyaşıdır. Kendi duygularımıza aşık oluruz, dünyanın karmaşasını unuturuz.

Bu yüzden Kundera’nın dünyasında ironi, bireysellik ve şüphe, insanlığın üç kurtarıcı gücüdür. İroni, kutsalı sorgular; bireysellik, kitlenin duygusal hipnozuna direnir; şüphe, dogmayı durdurur. Ve bunların üçü de bugünün dünyasında en çok tehdit altında olan şeyler değil mi? Çünkü çağımız, duygusal olarak birleşmiş ama düşünsel olarak tembelleşmiş bir çağ. Herkes aynı öfkeyle tepki verir, aynı “vicdanlı” cümleleri paylaşır, aynı hızla unutur.

Kundera’nın ironisi bu yüzden gerekli. O, güldürürken rahatsız eder. Çünkü insan, kendine gülebildiği ölçüde özgürleşir. Bir toplum, kendi kutsallarına gülmeyi unuttuğunda ise, artık düşünmeyi de unutur. Kundera’nın yasaklanmasının nedeni de tam bu: Çünkü o, toplumun kitsch’ine dokunmuştu.

Yine de Kundera bir ahlak teorisyeni değil; o, sistem kurmaz, sistemleri kırar. Ahlakı bir reçete değil, bir ayna olarak görür. Bu aynada en saf yansıma, insanın güçsüze karşı tavrıdır. Onun ünlü “hayvan testi”ni hatırlatayım: “Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki hiçbir güce sahip olmadığında ortaya çıkar.” İnsanlar çoğu zaman birbirine karşı iyi davranır, ama o iyilik pazarlığın parçasıdır. Sosyal sermaye, karşılık beklentisi, utanç korkusu… Oysa hayvana, doğaya, sessiz olana karşı davranışımızda pazarlık yoktur. Orada çıplak benlik vardır. Kundera’nın ahlakı işte o çıplaklıkta başlıyor.

Belki de Varoluşun Dayanılmaz Hafifliği, bir çağın kendine sorduğu şu sorunun romanıdır: “Hayatımız neden bu kadar hafifledi?” Çünkü hafiflik, bazen özgürlükten doğar, ama bazen anlamsızlıktan. Bugün de aynı paradoksu yaşıyoruz: her şey elimizin altında, ama hiçbir şey elimizde değil. Bilgi var, ama bilgelik yok. Ses çok, ama anlam az. Bağlantılar arttı, ama ilişkiler azaldı. Hafiflik bir lütufken, bir anda lanete dönüşmedi mi?

Kundera’nın Tomas’ı sonunda ağırlığı seçer: sevmenin, kalmanın, sorumluluk almanın ağırlığını. Ama bu bir yenilgi değil, bir bilgeliktir. Çünkü ağırlık bazen, insanın kendini evinde hissettiği tek şeydir. “Hayat bir kez yaşanır” cümlesini tersine çevirir Kundera: Belki de her şey sadece bir kez yaşandığı için bu kadar kıymetlidir.

Sonunda Kundera’nın dünyasında cevap yoktur -ama soru vardır. Ve iyi sorular, iyi hayatların başlangıcıdır. Belki de varoluşun dayanılmaz hafifliği, bir şikâyet değil, bir uyarıdır: Hafiflikten korkma, ama ağırlığa da tapma. Çünkü insan ne sadece havadır ne de sadece toprak. İkisi arasında salınan, kırılgan bir terazi.

Bugün, ideolojilerin, sloganların, algoritmaların ağırlığı altında ezilen dünyada, Kundera’nın ironik sesi yeniden duyulmalı diye düşünüyorum. Bize hatırlatmalı ki, “anlam” bir sabit değil aksine bir salınım. Ve belki de bütün mesele şu cümlede özetlenebilir:

İnsan, bazen göğe bakmak ister, ama ağırlığı sayesinde yere düşmeden bakabilir.

Güncellenme Tarihi
  • 09 Kasım 2025, 00:02
Yazının Adı
Ağırlıktan Kaçmak ve Işığa Sığınmak: Varoluşun Dayanılmaz Hafifliği Üzerine